Monthly Archives: Ocak 2013

Yalanın meşru sayıldığı, yalancılığın meslek edinildiği bir dönemden geçiyoruz. Adamın birine, görülmekte olan bir davası için yalancı şahit gerekmiş. Kimileri aradığı yalancı şahidi, yalancılar kahvesinde bulabileceğini söyleyince, doğruca yalancılar kahvesinin yolunu tutmuş…

Yalancılar kahvelerinde her konu için uzmanlaşmış yalancılar olduğundan, bu adam, alacak verecek meselelerinde profesyonel yalancıların olduğu kahveye girmiş…

Girer girmez biri adama ‘Abi şe..siz size daha borcunu ödemedi mi?’ diye çıkışmış. Adam, ‘hayır borçlu olan benim’ deyince, bu kez ‘abi şe..size kaç defa ödeyeceksin?’ demiş.

Yalan ve hile sorunu günümüzde birçok sektör için geçerli olmakla birlikte konumuzun gıda olması hasebiyle, gıda sektöründeki yalanlar, -bu tür kahvehanelerde geliştirilmediğine göre- acaba kimler tarafından niçin geliştirilmiştir ve bu alanlar nelerdir?

Satın alınan ürünlerin etiketlerinde, çarşı pazarda ve bazı uzmanların(!) dilinde aşağıdaki ifadeleri sıkça okur veya duyarız. Peki, bunlar ne anlama gelir?

Ürünün üzerinde “yüzde yüz yerli” yazıyor, içindekileri okuyorsunuz, neredeyse Türkçe kelime yok. İçindekilerin çoğu ithal malzemeler…

Karton kutu veya seleye/sepete samanı koyup, üstüne de “köy yumurtası” yazdın mı, işte sana yersen(!) köy yumurtası? Sanki köyde tavuk kaldı da! Bir de köyde ne kadar çok yumurta üretiliyormuş ki, artık her satanın sattığı köy yumurtası…

Ürünün içindekiler kısmına bakıyorsun, “yenilebilir jelâtin” yazıyor. Bir de yanında “Ürünlerimizde domuz yağı ve domuzdan elde edilen hiçbir katkı maddesi yoktur” ibaresi gözümüze sokarcasına not ediliyor. Oysa Türkiye’de 1 gr bile jelâtin üretilmez. DTM verilerine göre; Türkiye jelâtini 16’sı batılı, toplam 17 ülkeden ithal ediyor. Dünyada jelâtinin yüzde 70’i domuz derisinden üretilir. Geriye kalan yüzde 30’un ise helâl kesim olduğunun hiçbir garantisi zaten yok. Okumaya devam ediyorsunuz ve üründe “mono digliserit” içeriğini görüyorsunuz. Ne garip ki, çoğu kez buda domuzdan elde edilir...

Bazı ekmek yapımında İngilizce kısaltıcı anlamında “shortening/yağ” ifadesini görürüz. Unlu mâmullerde dünya gıda literatürüne de bu isimle geçen ‘shortening/unlu mâmul yağları’ kullanılır. Bununda en ucuzu ve yaygın olanı, “domuz iç yağı ve kuyruk yağı” (lard) olanıdır. Ekmek satışları çoğunlukla etiketsiz olduğu için, alırken kimse en çok tüketilen gıda maddesinin içeriğini zaten öğrenemez…

Hikmetinden sual olunmaz, her nedense dünyada üretilen her şeyin helâli(!), hiçbir denetimin olmadığı, olsa bile menşeinin ne devletin, ne de tüketicinin umurunda olmadığı ülkemize -bir yolunu bulup- geliyor demek ki?

Artık her üründe ‘domuz içermez’ uyarısı “alkol ve türevi katkılar içermez” uyarısıyla birlikte bulunuyor. Tavuktan gazoza, bazı tatlılardan kolaya, meyve sularından enerji içeceklerine kadar pek çok ürüne alkol ekleniyor. Mevzuat hazretlerinin izin verdiği ürünlere alkol eklenmesi devam ettiği halde, bu klişe yalanda ambalajlara not edilmeye devam ediyor…

Bazı yalanlar da var ki; gerçeğini yazsalar çoğu insan bu ürünleri satın almayacak. İşte bunlardan bir kaçı…

Margarin yerine “hidrojenize bitkisel yağ”, dikkat ishal olabilirsiniz yerine “laksatif etki” yazılmalı ki, gönül rahatlığıyla alıp tüketelim.

Fenilalanin vücut için gereklidir. Bu ihtiyaç, proteinli gıdalardan sağlanır. Ancak endüstriyel ürünlerle alınan fenilalanin, -bir amino asidin metobolize edilemeyerek- kanda ve diğer vücut sıvılarında artarak çocuğun gelişmekte olan beynini harap edip, Türkiye’de yaygın görülen ileri derecede zeka özürlü (fenilketonüri) olmasına neden olduğu iddia edilir. Bu soruna ise, çoğunluğu -son günlerin en tartışmalı ürünü olan- mısırdan elde edilen früktoz, glikoz gibi şekerler ile aspartam, sakkarin gibi tatlandırıcıların yol açtığı belirtiliyor. Bu tatlandırıcıları içeren ürünlerin kullanıldığı endüstriyel gıdalarda ‘fenilalanin içerir’ uyarısı yer alır. Peki, ürünlerin ambalajında ‘fenilalanin içerir’ yerine; ‘şişmanlığa, diyabete, kansere neden olabilir’ denilse, alır mıydınız? Siz almazsanız kapitalist endüstri bunu kime satardı? Ekonomik istikrar bozulacağına, sizin sağlığınız bozulsa kıyamet mi kopar? Bir iki cazgırlık yapıp, susarsınız nasılsa…

Şeker hastasısınız ve doktorunuz reçetenize tatlandırıcı yazdı. Baktınız ki aspartam, sakkarin veya bir benzeriymiş… Oysa aspartam; yüzde 40 oranında sinirsel bir uyarıcı olan aspartik asit, yüzde 50 oranında beyin için zararlı fenilalanin ve yüzde 10 oranında da metil alkol içerir. Evet, yanlış duymadınız, metil alkol yani kanserojen ispirto... Bu üründe de, “alkol içermez yazıyor”du değil mi?

Güya ülkemizde, bebeklerin ürünlerine GDO’lu ürün eklemek yasak(!) ya… Ama bir bakın, Bebe… diye devam eden markanın -6 aylık bebekler için gerekli- diye pazarladığı gereksiz bebek ürününün etiketinde “modifiye mısır nişastası” yazıyor. Sadece onda mı? Ketçaplar, soslar, çorbalar, çikolatalar vs’lerde de rastlıyoruz aynı ifadeye… Peki, “modifiye” ne demek? ‘Yok canım değildir!’ Tam da tahmin ettiğiniz gibi, yani GDO’lu demek.

Devletin kurumu Çaykur bile, kimyasal gübrelerle yetiştirilen ve fermante edilen çayların ambalajına “doğal” yazıyor. Üstüne üstlük bir de üç-dört katına “organik” dediği çayı satıyor. TDK’nın sözlüğüne baktığınızda ‘organik, natürel, doğal, tabiî’ kelimeleri aynı anlama geliyor. Yani bu kelimeler, ‘tabiî’ kelimesinin yerine uydurulmuş. Peki, hangisi doğru ‘organik mi, doğal mı?’ Natürel, doğal, organik masalını devlet yaparda, özel sektör geri durur mu?

Pazarda herkes “tarla domatesi bunlar” diye bağırıyor. Neredeyse her üründe doğal, natürel ve şimdi de organik... Bakalım ardından ne gelecek?
-
Bazı reklamları hatırlayın… “Anne sütü kadar değerli” ve “fındık ye aynısı” gibi bilinçaltını yöneten şeytanca cümleler…

Süt, UHT ve pastörize edildiğinde, sindirim ve emilmesi gerekli olan laktaz, galaktaz, fosfataz gibi bazı faydalı enzimlerin yok olmasına neden olur. Pastörize ve UHT sütü sindirebilmek için zorlanan pankreasın kanser/hasar görmesine rağmen, hâlâ birileri bu ürünleri önerir. “Normal süt”ü ise “sokak sütü” olarak küçümser…

Neredeyse her üründe “doğala özdeş aroma” ifadesini görürüz. Kimisi ise “Yapay aroma içermez, doğala özdeş aroma” gibi ifadeler koyuyor. Demek ki yapay yani kimyasal aromada kullanılıyormuş… Peki “doğala özdeş aroma” ne demek? Mesela ürün çilek, fındık, kayısı, şeftali vs aromalarından birini içersin ve üzerinde de “doğala özdeş aroma” yazsın… Peki bu özdeş aroma yanında ifade edildiği gibi doğal mı?

Bir üründen aroma elde etmek her zaman ekonomik olmadığı gibi çok da pahalı olabilir. Ama aromanın, illaki adı geçen meyveden olması gerekmiyor. Bakteri, mantar gibi organizmalar, devasa tanklarda fermante edilip, ‘özdeş aroma’ elde edilir… Fizyoterapist Oğuzhan Söylemez’e göre; bu şekilde 1 kilo özdeş şeftali aroması elde etmek, hem 20 kat daha ucuz, hem de tadı daha keskin...

İşte doğala özdeş denilen meyve aromalarından bazılarının kaynağı:
Sporobolomyces odorus/mantardan doğala özdeş şeftali aroması,
Trichoderma viride/yermantarından doğala özdeş Hindistancevizi aroması,
Trametes odorata/ağaç mantarından doğala özdeş bal aroması,
Bacilus subtilis ve Corynebacterium glutamicum/mikroptan doğala özdeş fındık aroması.

Lütfen “devlet bunlara neden müsaade ediyor” gibi soruları artık sormayınız. Bu devlet, 1923’lerden bu yana kendisi sigara ve içki üretip satar. Hatta yıllarca askerine sigara parası verir. Aynı devlet, hâlâ “milli piyango”, “spor toto” vs resmi kumarlarla yurttaşını soyar.

Kul hakkının önemli ölçüde tedavülden kaldırıldığı günümüzde, tüccarların önemli bir kısmı için Hz Peygamber s.a.v.’in, aşağıdaki Hadis-i Şerif’i nasıl bir anlam taşıdığına, bu hilelere müracaat edenler karar vermeli elbette. Ancak bizler de bu tür hileli ürünleri almaya devam edersek, aldatılmayı hak edip, aldatanları da teşvik etmiş olmaz mıyız?

Hz. Ebu Hureyre r.a. anlatıyor: "Rasülullah s.a.v. çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca, elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı.

Rasülullah s.a.v., satıcıya: ‘Ey satıcı nedir bu?’ diye çıkıştı.
Satıcı: ‘Ey Allah'ın Resulü, yağmur ıslattı’, deyince;
Rasülullah: ‘Bu ıslaklığı üste getirip, herkesin görmesini sağlasaydın ya? Kim bizi aldatırsa, o bizden değildir’ buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî…)

İşte bunlar ve çok daha fazlasını, oldukça hacimli bir eserde topladık. Bununla da yetinmeyerek, “iyi ama ne yemeli ve nasıl temin etmeli”yi de izaha çalıştık. Uzun bir çabanın ürünü olan “ŞEYTAN YE DİYOR! İnsan ne yemeli ne yememeli?” kitabı, Mart başında kitap satılan yerlerde bulunabilecek.
Kemal Özer
Eskiden insanlar da, hayvanlar da, bitkiler de topraktan beslenirdi, artık böyle değil. Hayvanların çoğu toprak yüzü görmeden hayata veda ediyor. Bu durum, şehirde yaşayan çoğu insan içinde geçerli.
Bitkilerse şimdilik önemli ölçüde toprakta yeşerse de, besinlerini topraktan değil, kimyasallardan alıyor. Amerika ve Japonya gibi ülkelerde fabrika tarımına çoktan geçildi. Dev cam fanuslarda topraksız tarım ürünleri yetiştiriliyor. Gereksinimleri dijital cihazlarca petrokimya ürünlerinden sağlanıyor.

Oysa sığırlar, koyunlar, keçiler ve develer hatta tavuklar sadece ot/tahıl yemek üzere yaratılmışlar. Artık onlar envai tür bitkinin olduğu meralarda değil, hayvan hapishanelerinde GDO’lu soya ve mısırlar ve hayvan atıkları yemeye mahkûmlar.

Dili olsa da konuşsalar, failleri için hayırlı hiçbir cümle söylemezler. İsteseler de örtemezler bu zulmü.

Son günlerde Avrupa 30’dan fazla insanını, ‘e-koli bakterisi’ (EHEC veya Enterohemorajik coli)’ne kurban verdi. Binlercesi de tedavi altında.

Alman makamları, bakterinin, İspanya’dan gelen tarım ürünlerinden bulaştığını iddia etti. Avrupa’da sebze meyve tüketimini durma noktasına getiren bu açıklama, İspanya’yı milyarlarca euro zarara uğrattı.

Almanya’nın ilk açıklaması çokta haksız değil. Çünkü E-koli sadece hayvanlarda görülen bir bakteri değil, bitkisel ürünlerde de görülebilir.

Uzmanlar, mısırla beslenen hayvanların bağırsaklarının adeta bir e-koli deposu olduğunda hemfikirler. Hayvanlar otlar yerine mısırla beslenmeye devam ettiği müddetçe, e-koli sayısız insanın yaşamına mâl olacak.

E-koli bakterisi taşıyan hayvanların gübreleri, bakterinin tarlaya ulaşmasını sağlıyor. Son gelişme gösterdi ki, durum bununla da sınırlı değil.

Birkaç yıl önce, başta ABD olmak üzere çok sayıda ülkede hamburger yiyen bazı çocuk ve kadınlar aniden ölmüştü. Olay çarçabuk örtbas edilmişti.

Bu kez durum bambaşka. Alman Tarım Bakanı Gert Hahne, salgının nedeninin ‘GDO’lu soyalar’ olduğunu söyledi. Bu açıklama, GDO konusunda bir milat.

Bir başka itiraf ise Conservative Critics blogundan geldi. Bloğa göre, benzer bir olay 2 yıl önce California’da yaşanmıştı. GDO’lu gıdalardan yiyen yüzlerce kişi ölmüştü. Neden, yine e-koliydi. Ancak, GDO endüstrisini korumak amacıyla olay kapatıldı.

E-Koli; mide bağırsak enfeksiyonu, böbrek yetmezliği hatta ölüme yol açan bir bakteri.

GDO’cular E-koli’yi, genetiği değiştirilmiş DNA’nın klonlanması için kullanıyor. Genetik değişiklik sürecinde mutasyona uğrayan bakteri, çok daha tehlikeli bir boyut kazanmış durumda. Alman makamlarına göre, mutasyona uğrayan yeni e-koli bakterisinin tespiti hiç de kolay değil.

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de, Burger King’e et sağlayan bir firmanın etlerinde e-koli bakterisi tespit edildiği ve bu durumun Tarım Bakanlığı’nca kamuoyundan gizlendiği ortaya çıkmıştı. E-koli taşıyan tonlarca etin akıbeti hâlâ meçhul.

Endüstriyel tesislerde, binlerce hayvanın etleri aynı potada karıştırılarak üretim yapılır. Bu da bakteri veya virüs taşıyan herhangi bir hayvanın etinin, bakteri veya virüsün her şeye bulaşmasını sağlıyor.

Gıda endüstrisi bu ölümcül bakterilerden kurtulmak için çoğu kez, bir başka ölümcül maddeye yani amonyağa müracaat ediyor. Kısacası şirket çıkarı, insanlığa ölümlerden ölüm seçenekleri sunuyor.

Batıdaki gelişmeleri Bakan Zafer Çağlayan, ürün güvenliği konusunda yoğun bir çalışma yaptıklarını söyleyip ekliyor; “Türkiye açısından, bizim salatalığımız açısından böyle bir şey yok. İhracatımız açısından da olumsuz bir şey yok.” Ah! Her şey keşke bizimkilerin iddia ettiği kadar basit olsa. Oysa değil…

Batıda kol gezen bu ölümcül virüs ve bakteriler, Türkiye’yi sevmiyor mu ki de bize pek uğramıyorlar? Bizim eli ve dili sopalı devlet yetkililerini gören virüs ve bakterilerin ne işi olur ki bu ülkede, öyle değil mi?

‘Var mı yok mu?’ derseniz, ben olmadığına asla inanmam. En sıkı denetimlerin yapıldığı Almanya’da olacak da bizde olmayacak! Olmaması için mucize bile yetersiz kalır. Olsa da, bu ülke de asla bu tür bilgiler kamuoyu ile paylaşılmaz.

Çünkü bu ülkede ‘ekonomi zarar görmesin’ mantığı tavan yapmış. Önemli olan insanın zarar görmemesi değil, ekonominin zarar görmemesi. Ne yazık ki, anlayış bu!

Ukrayna’dan zehirli yağ sevk edilir, bizim Bakanlık açıklama yapar: ‘Bizde yok.’ Rusya, ‘ürünlerinizde yüksek oranda pestisit var’ diye geri gönderir, bizim Bakanlık yalanlar, ama gizliden pestisitli ürün gönderen üreticiye ceza keser ve savcılığa sevk eder. Fransa ‘Türk domateslerinde ‘hepatit virüsü’ bulundu’ diye gümrükten çevirir. Bizim Bakanlık, sumen altı yapar.

Etlerde ölümcül e-koli görülür, kimse duymasın diye gizlerler. Şirketler insanları zehirler, ‘ticari sır’ maskarasıyla üstünü kapatırlar. E-koli batıyı kasıp kavurur ama bize uğramaz. Bizde mantık bu…

Türkiye tüm gerçekleri gizlese de, öyle anlaşılıyor ki, insanlık önü alınmaz bir canavarla karşı karşıya. Emin olun, insan yine kendini yiyen yeni canavarı üretmeyi başardı.
Kemal özer
‘Hangi katkı maddeleri sağlıklı, hangileri sağlıksız?’ ‘Hangileri tüketilebilir, hangileri tüketilemez?’ diye devam eden sorularla karşılaşıyoruz.

Bir zamanlar bizde bu katkı maddesi işiyle epey uğraşarak tanzim etmeye çalışmıştık. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurduğumuzda bu mesele bir projeye dönüşmüştü.

Projeye göre katkı maddelerini bitkisel, hayvansal ve kimyasal olarak tasnif ettik. Gıda Mühendisi olmasına karşın ilahiyat okuyan Nuray Özçelik kardeşimiz, katkı maddelerinin türü, menşei, zararları ile ilgili araştırma görevini üstlendi.

Projeye göre, mobil aletler için geliştirdiğimiz bir yazılımla her şeyi kolayca inceleyebilecektik. Bunun için yazılım geliştirildi. Nuray Hanım ise iki yıl araştırıp, katkı maddelerini inceledi. Her şey bitti ama biz projeden vazgeçtik.

Çünkü hata ettiğimizi anlamak için 3 yıl zaman geçmesi ve çok sayıda kaynağı taramamız gerekiyormuş.

Bu vesileyle kaynakları taradık, iyi de oldu. Eriştiğimiz sonuç; doğrusu hem memnuniyet verici, hem de kahredici oldu.

Memnuniyet verici, çünkü toplumu hataya sevk etmemiş olduk. Kahredici, çünkü bu kadar kötü bir manzara ile karşılaşacağımızı tahmin bile etmemiştik.

Önce zannediyorduk ki, bir katkı maddesi bitkisel ise “tüketilebilirdi” Oysa hiç de öyle değilmiş ve endüstri bize, zehri bal diye yutturuyormuş.

Hayvansal denildiğinde, Müslüman bir kimsenin aklına hemen ‘sakın domuz olmasın’ veya ‘sığır mı, domuz mu’ gibi sorular gelir. Hassas Müslüman ilave olarak ‘bu hayvan helal kesim mi’ diye sorar.

Eğitilmiş Müslüman zihin ise bütün bunlara ilaveten ‘bu hayvan Kur’an-ı Kerim’in ‘helal ve temiz’ kuralına uygun mu?’ sorusunun cevabını da arar.

Kimyasal yani suni olanlara ise ‘doğala özdeş’ şeklinde bir palavra ekledikleri için, ehli ve hassas olanları hariç, pek çok kimse tedirgin olmuyor. ‘Sağlıksız olsa, devlet izin vermez’ der çoğu kimse ve umursamadan körpe bedenlere bile olanca zehri yükler. Sonra da ‘neden hastalandı yavrum? Oysa ona çok da iyi bakmıştım’ diye dövünür.

Bitkisel olanlara gelince, hemen hepimizin zihninde tabiat canlanıyor. Hep birden gözümüzün önüne, bitkilerin o güzelim tabii halleri geliyor.

Oysa durum hiç de öyle değil. Siz hiçbir ürünün etiketinde ‘margarin’ yazdığını gördünüz mü? Ben görmedim. Oysa margarin olduğu halde ‘bitkisel yağ’ yazdığını görürüz. Ne güzel değil mi? Bitkisel yağ…

Artık margarin konusunda bir tek kelime bile yazarak, zaman ve kelime israfına gerek yok.

Bugün gıda katkı maddeleri; üretim maliyetlerini azaltmak, bozulmayı geciktirerek raf ömrünü uzatmak, tadı artırmak ve değiştirmek, cezp edici kılmak, berraklaştırmak ve rengini güzelleştirmek, hacmini artırmak, karışımı sağlamak vs. vs. gibi amaçlarla ölçüsüzce kullanılır.

Raftan beslenen herkes, üstelik yeni doğmuş veya daha anne karnındaki bir bebek bile, her gün bu katkı maddelerinin envai türüne maruz kalır.

Prof Dr Earl Mindell’e göre, bunların “pek çoğu zararlı, hiçbiri tehlikesiz değil!”

Bizim ‘ortodoks/modern eğitim’ almış taifeye göre ‘referans kurum’, bağımsız ve objektif kitlelere göre ‘güvenilmez’, bize göre ise ‘beş para etmez’ şeytani bir kuruluş olan, Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA’nın, katkı maddelerine yönelik GRAS yani ‘güven’ sıralaması var.

Ne üzücüdür ki, FDA’nın GRAS sıralamasına giren bir katkı maddesinin onay almasına gerek yoktur ve hiçbir sınırlama olmaksızın piyasada ölçüsüzce kullanılır. Batı Pasifik Üniversitesi’nden Dr Mindell, ‘güvenli’ diye piyasada dolaşan 20 katkı maddesini inceleyip, “Earl’ün en korkunç 20’si” diyerek listeliyor.

Birinci sırada yer alan ‘akasya zamkı’ hafif kullanıldığında, askım krizine, döküntülere yol açar, hamile hayvan deneylerinde ölümlere neden olur.

Alginik asit, hamilelerde anormal fetüs gelişimine yol açar.

Beyaz unda katılaşmayı, diş macununda parlatmayı, peynirde erimeyi sağlayıcı gibi çok amaçlı kullanılan alüminyum, hafıza problemlerine, yaşlılık bunamasına, alzheimere, ağız ülserine, böbrek sorunlarına neden olur.

Yiyecek ve içeceklerde çok yaygın ve aşırı derece kullanılan gıda boyaları, çocuklarda hiperaktiviteye, öğrenme zorluğuna, alerjiye neden olur.

Pek çok üründe kullanılan benzaldehit, bazı kimselerde depresyona neden olur. Bir not: Sağlık Bakanlığı’nın bayram sırasında açıkladığı Türkiye'nin psikoloji haritasına göre; 5 kişiden birinin ruhsal sorunu var ve her 10 çocuktan biri klinik düzeyde psikolojik soruna dahip.

Jölelerden reçellere, margarinlerden içeceklere kadar pek çok üründe yaygın kullanılan benzoik asit; deri dökülmelerine, mide ve barsak sorunlarına, hiperaktiviteye neden olur.

BHA veya BHT; karaciğer ve böbrek hasarlarına, çocuklarda davranış bozukluklarına ve bağışıklık sistemi zafiyetine neden olur.

Genellikle BTH ve BHA ile birlikte kullanılan bir diğer katkı ise propil gallattır. Mide bağırsak rahatsızlıklarıyla, böbrek ve karaciğer sorunlarına neden olur.

Sukroz asetat izobütirat (E444)’ın bitkisel kökenli yağların üretiminde bromine edici olarak kullanımına Türk Gıda Kodeksi izin veriyor. Bromine edilmiş bitkisel yağlar, doğum kusurları ve çocuklarda büyüme problemlerine yol açabiliyor.

Ürünlerde yoğunlaştırıcı olarak kullanılan carregeenan; kolite, ülseratif kolite ve kansere yol açar.

Asit tuzları; deride kızarıklıklara, böbrek hasarlarına, mide ve bağırsak bozukluklarına, mineral dengesizliklerine neden olur.

Hidrolize bitkisel proteinler çok miktarda zararlı MSG tuzu içerirler ve bebeklerin beyin ve sinir sistemi hasarlarına yol açarlar.

Artık hemen her şeyde görmeye başladığımız, ‘Çin tuzu’ diye de bilinen ‘monosodyum glutamat’ yani MSG, kalp ritmi düzensizliği, baş ağrıları, kas güçsüzlüğü, bulantı, yüksek kan basıncı, kaşıntı, alerji gibi çok sayıda soruna neden olabilir.

Katkılı ekmeklere, kahvaltılık gevreklere eklenen ‘ferik pirofosphat, ferik soydum pirofosphat, ferröz laktat’ gibi demir tuzları; kalp krizine, hamile ve ülserli kişilerde başkaca toksik etkiye neden olabilir.

Hemen her üründe gördüğümüz soya, mısır, yer fıstığı gibi ürünler ile hınzır gibi hayvanlardan elde edilen monogliseritler ve digliseritler, asetile monogliseritler ve digliseritler çok kimse de alerjiye neden olurlar.

Gıda zehirlenmelerini önlediği gerekçesiyle pek çok ürüne eklenen nitratlar, mide kanserine neden olur.

Meyve, sebzelerin daha uzun süre dayanmalarını sağlamak ve parlak göstermek için eklenen koruyucu parafin, aynı zamanda şekerleri parlak göstermek, nem kaybını önlemek ve bozulmayı geciktirmek için gıda görünümlü ürünlerde yaygın olarak kullanılan bir nevi mumdur. Meyve veya sebzenin dışına sürüldüğünde, bundan yıkayarak bile kurtulmak imkânsız. Kabuğunu soymakta çare değildir. Bunların ne zararı mı var? Sıralamaya ne gerek var. Neye yok ki?

Çoğunlukla fırında pişirilen tatlı, pasta, börek türü ürünlerde hatta unlarda kullanılan potasyum bromat; mide, böbrek, sinir sistemi bozukluklarına yol açar hatta kansere…

Sebzelerin rengini koruması başta olmak üzere, gıdaların korunması için kullanılan sülfitler, astım, ağır alerjik reaksiyon ve ölüme yol açabilir.

Katkı maddelerindeki sorunlar böyle devam edip gider ve sonu da gelmez. Bir hayvan veya bitki katkı maddesine dönüşmüşse, o tahminlerimizi zorlayacak kadar işlemden geçerek, bambaşka bir şekil kazanıyor demektir. Bu sırada bünyesinde barınan ne kadar besin varsa yok oluyor, hatta zararlı bir maddeye dönüşüyor.

Yani ‘bitkisellik’ bu işe kaynaklık etmekten başka bir anlam taşımaz hâle geliyor. Tıpkı şarapta olduğu gibi…

Dahası bunlar bir ürüne dönüşürken, üç-beşi, sekiz-onu, on beş-yirmisi aynı anda kullanılarak minik bir kimyasal bombaya dönüşüyor. Ne uğruna? Üreticimizin ürünü bozulmasın, güzel ve hacimli gözüksün… Bizde bu yalanı kolayca yutarak tüketelim ki onlar çok para kazansınlar...

Bu bombaların diğer bombalardan farkı, bizim kendimize gönüllü olarak uygulamamız.

Şimdi kimileri ‘bir Müslüman bu ürünleri nasıl üretir, nasıl satar?’ diye soruyor. Ama iyi de nasıl tüketiri sormuyor. Yine kimileri, ‘bu katkıları içeren ürünlerin üzerlerinde ‘helal’ yazıyor, hatta sertifikalanmış bile’ diye soruyor. Bu sorular çok doğru. Bir Müslüman bunu yapamaz. Ama bugünün “Müslümanları” bunu hem üretiyor, hem de tüketiyor.
Kemal Özer
Son günlerde hekimlerle doktorlar arasında ‘kolesterol’ tartışması yaşanıyor. Hekimler, ‘kolesterol diye bir hastalık yok’ derken, doktorlar ‘hayır, var’ diyorlar. Şimdi herkes merak ediyor: Var mı, yok mu?

Bu tartışmayı bir yüzyıl önce hiç kimse aklından bile geçirmezdi. Fakat ‘satılık hastalıklar’ icat edildikten sonra, artık bunlar sıradan tartışmalar haline geldi.

Bazı odaklara bağımlı medya, ‘horoz dövüşü olsun ve tuttuğumuz taraf kazansın’ diye, yangına tanker gemisiyle benzin taşıyor.

İlaç firmaları adına konuşanlarsa bel altı dalıyorlar. Bu tartışmanın nereye gideceğini merakla takip ederken, doktorlar kümesinin oluşturduğu bir dernek yönetiminin, tartışmanın taraflarından biri olan ve ‘Karatay Diyeti’ adlı kitabıyla tartışmanın odağına oturan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay hoca hakkında kaleme alıp ortalığa saldıkları -bir meslek mensubundan çok, sahibi adına bağıran birinin narası muvacehesindeki- ‘galiz’ metnin, bizi de kapsaması söz hakkı doğurdu.

Basının kendilerine çanak tutan bölümü hakkında tek söz etmeyen, sağlığımızı gasp eden post modern endüstriyel batı tıbbının kurmacalı sözcülerini ciddiye aldığımızdan dolayı değil; bu tür naraların kim adına yapıldığını bildiğimizin bilinmesi ve Ivan Illich’in tabiriyle ‘sağlıkları gasp edilen geniş kitleleri’nde bundan bir nebze haberdâr olmalarının yanı sıra, malum çevrelere de ‘biz, sizin ciğerinizi biliyoruz’ demek…

Söz buraya gelmişken, ilaç tröstleri ve onların sözcülerinin bir kaşık suda boğmaktan büyük zevk alacakları Ivan Illich’in ‘Sağlığın Gaspı’ kitabı, Joanna Moncrieff’in ‘İlaçla Tedavi Efsanesi’, Roy Moynihan & Alan Cassels’in ‘Satılık Hastalıklar’ ile İsmail Tokalak’ın ‘Dünyada Gıda ve İlaç Terörü’ gibi eserlerini herkese, özelde de taşeronlara tavsiye etmek isterim.

Hekim olduğunu düşündüğüm bir profesör arkadaşım sık sık şunları söylerdi: “Ne zaman ilaç firmalarının etkinliklerine katılsam, orada anlatılanlardan sonra bütün servetimi bu ilaçlara verip önüne gelene dağıtmak gelir içimden... Oysa bu hipnozdan ve eşik altı saldırıdan kendimi azade hissedip, gerçekle yüzleşmeye başladığımda ise ‘Allah’ım! Bizi şeytanların şerrinden koru’ diye dua ederim. Bunlar herkesi kontrol altına almışlar ve ne yazık ki sağlımızı tehdit ediyorlar. O ilaçların yan etkilerini bilen doktor, bu büyücülüğü asla yutmaz, ama kimimiz çaresizlikten, kimimiz de o kalıcı hâle getirilen hipnozun etkisiyle, bunları herkese çuval çuval yazıyor…”

Sağlık Bakanlığı, çok geçte olsa çok doğru bir kararla ‘alternatif tıp’ı yasal hâle getirdi. ‘Tıbbın alternatifi olur mu?’ denildi. Eee, söz konusu olan batı tıp endüstrisiyse elbette… Hatta bal gibi olur.

Birçok ülkede eğitimi yapılan ve batı tıbbının korkulu rüyası haline gelen eski tıbba ilk tepkiyi, ilaç firmalarının vermesi beklenirken, tepki yine malum çevrelerin sözcüsü, yılmaz ve iflah olmaz Ak Parti muhalifi ‘Türkiye Doktor Odaları Birliği’nden geldi.

Kolesterol tartışmalarına katılan, geniş bilim çevrelerinin ‘uydurma hastalıklar için geliştirilen uydurma ilaçlar’ dedikleri ilaçları savunan dernek hakkında, yeterli kanaate sahip olmak için sitelerine girip, bir margarin markasını desteklendiklerini, neredeyse tüm faaliyetlerinin altında ilaç firmalarının sponsorluğunu müşahede etmek, haklarındaki gerçeği hiçbir söze yer bırakmayacak kadar açık etmekte.

Yetmiş yaşına gelmiş bir hekimin, elli yılı aşkın deneyiminin birikimi olan bir çalışmada, ilaç firmalarından kendini azade etmeyi başarmış, bağımsız bilim otoritelerinin çalışmalarını da kaynak edinerek, iddia edilen hastalığın olmadığını, bu nedenle de bu ilaçları kullanmak yerine, sağlıklı beslenmeyi önermesi kimilerini çok kızdırmış…

Öfkelenenlerin, ilaç firmaları yerine, bir avuç doktorun olmasını, bu ferasetli toplum çok iyi anlamış olmalı ki, kendinden bekleneni yapıp, bir eli yağda öbür eli baldaki azınlığın eleştirilerine rağmen kitaba rağbetini artırmış…

Eskilerin tabiriyle göbekten bağlı oldukları, yeni tabirle de DNA’larının nereden beslendiğini çok iyi tanıdığımız, dahası genetik olarak nereye bağlı olduklarını bildiğimiz bu malum çevrelerin basın açıklamalarında; “…destekçisi-yan kuruluşu olan web portalleri” gibi, ima yoluyla da olsa tartışmaları haberleştiren yayın organlarını, yani adımızı da ağızlarına almalarını hoş karşılayacak değiliz.

Ayrıca bu güruh; topluma ‘gıdanızı ilaç, ilacınızı gıda yapın, size dayatılan masallara aldırmayın, sizi ilaç bağımlısı yapmaya çalışanlara kulak asmayın’ çağrılarını yapan alternatif düşünce sahiplerini Sağlık Bakanlığı’na şöyle şikâyet ediyor: ‘Ruhsatlandırdığın ilaçların kullanımını engelleyenler hakkında gereğini yap!’ Yani bu talep, bu gerçek profesörler hakkında ‘işlem yap’ baskısıdır. Unutulmamalı ki, bu çağrı, çıkarcı tıbbın kara mizah listesine giren talihsiz örneklerden sadece biri olmaya mahkûm…

Sağlık Bakanı’nı her fırsatta yerden yere vuran bu çevrelerin, şimdi oradan yardım istemesi de ayrı bir komiklik. Olumlu olumsuz demeden, çalışmaları Ak Parti icraatı olduğu için, Sağlık Bakanlığı’nı tukaka ilan edenler, ola ki geçmiş yergilerimizi hatırlarda bize destek çıkmaz mı kaygısıyla olsa gerek; işi, Sağlık Bakanı’nın yanı sıra, SGK’dan da yardım istemeye kadar götürdüler. Hayırdır beyler bu ne telaş?

Tıp, ilk insanlardan bu yana gerçek hekimler sayesinde tedricen kemale erişmiş. Lakin özellikle 19. yy sonrasında, büyük çoğunluğu maddeperestlerin eline geçen sağlık endüstrisi ne yazık ki, günümüzde toplumları istatistik masalıyla hiç de hak etmedikleri bir mecraya sürüklüyorlar.

Ebu Ubeyd Cüzcânî diyor ki: ‘Tıp yoktu, Hippokrates buldu. Ölmüştü, Galenus diriltti. Kördü, Huneyn bin İshak gözlerini açtı. Dağınıklığını, Râzi toparladı. Eksikliklerini de İbn-i Sina olgunlaştırdı!’

*Başlıktaki cümle: Buradaki övgüden fazlasını hak eden büyük düşünür ve gerçek bir hekim olan İbn-i Sina’ya ait. Peki, bunlar Sina’nın olgunlaştırdığı tıbbı, ticarileştirmekten öte ne yaptılar?

Şayet, ‘tıp denilen şey nedir, gerçek hekimlik nasıldı, merak ediyorum’ diyenler varsa, Prof Fazlurrahman’ın ‘değişim ve kimlik’ alt başlıklı, ‘İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp’ kitabı ile Prof Ali Haydar Bayat’ın, ‘Tıp Tarihi’ eserlerini mutlaka okumalı.

Ayrıca bu alanda verilen savaşları merak edenler, Rachel Carson’un ‘Sessiz Bahar’ adlı muhteşem eserini, Robert N. Proctor’un ‘Kanser Savaşlarını’ hazmederek okumalılar ki, gerçeğin üstündeki tüm kir kaldırılabilsin.

Herkes biliyor ki, gerçek; ne çamur, ne yama, ne kir, ne de başka bir yafta kabul eder. Gerçeğin peşinde koşmak için, temiz bir yürek gerek. Günümüzün değerli hekimlerinin tümünü selamlarken, cesaretleri nedeniyle de Prof Dr Ahmet Aydın, Prof Dr Canan Karatay, Prof Dr Ahmet Rasim Küçükusta hocaları kutlarım.

Gerçeğe saldıranlara son nasihati, El Kindi’ye bırakalım: “Gerçeği, kaynağı ne olursa olsun, öğrenmekten çekinmemeliyiz. Gerçeğin ağırlığını bilenler için hiçbir şey, ondan daha değerli olamaz. Gerçek, kendisinin peşinden koşanların değerini düşürmez.”

Gerçeğin peşinden koşanlara selam olsun!
Kemal Özer
Bazı akademisyenler ile Ankara'daki siyasetçi, bürokratlara sorarsanız herşey yolunda. Yiyin yiyebildiğiniz kadar. Bir sorun çıkarsa -ki çıkar- ilaç veririz, ameliyat ederiz, koşun gayri diye kamu spotları yayınlarız. Ama iyi ki herkes onlar gibi düşünmüyor.
Elazığ’da yapılan bir araştırmada, tezgahta satışa sunulan balıkların yüzde 83’ünün, biriktirdiği ağır metaller nedeniyle tüketime uygun olmadığı belirlendi.

Veteriner Fakültesi Besin Hijyeni ve Teknolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi Yrd. Doç. Osman İrfan İlhak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tezgahta satılan alabalık, sazan, çipura ve levrek balıklardan 15’er adet alarak, içerdikleri kadmiyum, kurşun, bakır, çinko ve demir gibi bazı ağır metallerin miktarını incelendiklerini söyledi.

Araştırmada, Türk Gıda Kodeksi tarafından 2008 yılında yayımlanan ’Gıda maddelerinde belirli bulaşanların maksimum seviyelerinin belirlenmesi hakkında tebliğe’ göre balıkların 1 kilo kas dokusunda en fazla 0,05 miligram bulunması gereken kadmiyum miktarının, alabalık dışındaki balıklarda yüksek çıktığının tespit edildiğini belirten İlhak, ”Bazı sazan balığı örneklerinde 0,25 miligram miktarında rastlanan kadmiyum ortalama olarak çipurada 0,13, levrekte 0,11, sazanda 0,16 miligram olarak tespit edildi. Kadmiyum yönünden tebliğe uygunluk gösteren alabalıkta ise bu miktar 0,03 miligram olarak belirlendi” dedi.

İlhak, tebliğe göre 0,3 miligram olması gereken kurşunun ise bazı örneklerde 1.18 miligrama kadar çıktığını, bu oranın levrekte ortalama 0,75, sazanda 0,38, alabalıkta 0,3, çipurada 0,29 miligram olarak belirlendiğini belirterek, şunları kaydetti: ”Balıkların 1 kilogram kas dokusunda en fazla 20 miligram bulunması gereken bakır ile 50 miligram bulunması gereken çinkonun ise balıklarda kabul edilebilir değerlerde bulunduğunu gördük. Tebliğde balık için herhangi bir miktar belirtilmeyen demir ise çipurada ortalama 1,4, levrekte 3,3, sazanda 12,5, alabalıkta 3 miligram olarak tespit edildi. Örnek olarak alınan 60 balık tekil olarak değerlendirildiğinde balıkların sayı olarak 50’si, oran olarak ise yüzde 83’ünün insan tüketimine uygun olmadığını belirledik.” "

"Çevremizi kirletiyoruz"

Yrd. Doç. Dr. Osman İrfah İlhak, bilinçsiz tarım ilacı kullanma, arıtma tesisi olmayan endüstriyel kuruluşların atıklarını direkt olarak akarsu, kanal veya atmosfere boşaltmaları ve özellikle sanayi bölgelerinde havaya karışan ağır metallerin yağmur, rüzgar, erozyon vasıtasıyla farklı bölgelere taşınarak, kara ve su ortamına karıştığını söyledi.

Suyun, ağır metallerin birikimine en uygun alan olduğunu dile getiren İlhak, özelikle durgun sularda su zeminindeki çamurda önemli miktarlarda ağır metal biriktiğini aktardı.

Örneklerde, özellikle son derece tehlikeli olan kadmiyum oranlarının yüksek çıktığına dikkati çeken İlhak, şöyle devam etti: ”Bu durum, ekolojik olarak çevremizi hızla kirlettiğimizi gösteriyor. Ağır metallerin su ve suda yaşayan canlılardaki dağılımının incelenmesi, çevresel kirliliği gösteren kriterlerden biridir. Kentsel ve endüstriyel atıkların sulara karışması, bu toksik maddelerin ekosisteme girmesine neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak akuatik ortam ağır metal yönünden zenginleşmekte, bu kimyasal maddeler suda yaşayan canlılarda birikmektedir. Bu canlıları tükettiğimizde, uzun vadede bu ağır metaller bizim vücudumuzda birikmeye başlamakta ve böbrek, beyin, karaciğer gibi organlarda ve merkezi sinir sisteminde hasardan üreme fonksiyonlarında bozukluğa kadar sağlık problemlerine yol açmaktadır. Sağlık açısından önemli sorunlar oluşturan ağır metal iyonlarının tüm gıda örneklerinde sürekli olarak izlenmesi ve gerekli yasal düzenlemelerin zaman geçirilmeden yapılması gerekmektedir.”

Star
Amerika’da yaptıkları araştırmalarda ürettikleri ilacın yararlı olduğuna dair herhangi bir onay almayan dev ilaç şirketlerinin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede insanlar üzerinde deney yaptıkları ve Türkiye’de bu deneylerde 893 Türk’ün öldüğünü bildirildi.
Hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen ilaç deneyleri tüm dünyada dev kampanyalar yürütülürken Amerika’nın 1 milyonu aşkın tirajlı dergisi Vanity Fair bu yılın Ocak ayındaki sayısında, “Ölümcül ilaçlar” başlığıyla dünyanın dört bir yanında insanlar üzerinde gerçekleşen ilaç deneylerini haber yapmıştı.

Haberde ABD’deki birçok ilaç şirketinin yasalardan kaçınmak ve araştırma maliyetini düşürmek için, insanlarla yapılan deneyleri fakir ülkelere taşıdığı ve bunlardan Türkiye’nin 6’ncı sırada yer aldığı belirtildi.

İngiliz The Independent gazetesi ise dün manşetten yayınladığı haberde, Vanity Fair’in haberindeki en büyük eksikliği giderdi ve bu deneylerde hayatını kaybeden insanların sayısını yayınladı. Independent’in haberine göre Türkiye’de Ocak 2007 - Aralık 2010 tarihleri arasında yapılan ilaç deneylerinde kobay olan binlerce kişiden 893’ü hayatını kaybetti.

Bu rakam Hindistan’da 1700’ü aşarken Meksika’da da 1500’e yakın kobayın öldüğü belirtildi. Gazete, sadece Hindistan’da bir yıl içinde gerçekleşen 1600 klinik deneyde 150 bin kişinin para karşılığı ya da tedavi umuduyla kobay olmayı kabul ettiğini yazdı.

Habere göre, yasaların çok gevşek olduğu Hindistan’da bu kobaylar arasında okul çağındaki genç kızlar da bulunuyordu ve 13 yaşındaki Sarita adlı bir genç kız, ailesinin bilgisi dışında kobay olarak kullanılırken akciğerlerinin iflas etmesi sonucu hayatını kaybetti.

Türkiye dünyada 6’ncı

ABD’deki sıkı denetimler nedeniyle deneylerini ve insanlar üzerindeki klinik testlerini yasaların nispeten daha gevşek olduğu az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere kaydıran batılı ilaç şirketleri de şöyle sıralandı: Pfizer, Bristol Myers, PPD, Squibb, Amgen, Bayer, Eli Lilly, Quintiles, Merck, KGaA, Sanofi-Aventis, Wyeth. Türkiye klinik deneylerin en fazla yapıldığı 6’ncı ülke.

İlaç şirketleri, Amerika’da yapılan araştırmalar sonucunda ürettikleri ilacın yararlı olduğuna dair herhangi bir onay alamazlarsa, bunların yerine Türkiye, Hindistan, Fas, Romanya, Çin gibi ülkelerde yapılan klinik deneyler yürütüyorlar. Burada denekler daha ucuz ve bilinçsiz olduğu için tehlike olasılığı yüksek ilaçlar bile rahatlıkla test ediliyor, olumsuz sonuçlar alınması halinde daha az sorun yaşanıyor.

Yani yabancı ülkelerdeki Sağlık Bakanlığı’ndan onay alarak yapılsalar da deneklere zarar verme olasıkları daha yüksek olan ilaçlar deneniyor. Türkiye’de şimdiye dek gerçekleştirilen klinik deneylerin sayısı 716’yı buldu. Ancak bu deneylerde en az 10 Türk denek kullanıldığı düşünülürse kobay Türkler’in sayısının 7 binden fazla olduğunu söylemek mümkün. Sadece 2007-2008-2009-2010 yıllarındaki deneylerde 893 kişinin öldüğü düşünülürse olayın dehşeti de artıyor.

‘Canlarına okuruz’

Sağlık Bakanlığı, ABD’li ilaç firmalarının, Türkiye’deki insanlar üzerinde para karşılığında ilaç deneyleri yaptırdığı iddiası üzerine bir açıklama yapmış ve klinik deneylerin hem Sağlık Bakanlığı hem etik kurullar tarafından denetlendiğini, deneklere para verilmesinin de yasak olduğunu belirtmişti.

Yetkililer, etik kurul onayı olmadan yapılan araştırmaların 3 yıla kadar hapisle cezalandırıldığını ifade etti. Bakanlık, “Türkiye bu konunun en sıkı denetlendiği ülkelerden birisi. Ölüm, hastalık olsa canına okuruz” dedi.

‘Türkiye’de rakam binlerce kişiye ulaşır’

İngiltere’nin prestijli gazetelerinden The Independent’in Hindistan’da ilaç firmalarının insan kobaylar üzerindeki deneylerini konu alan haberi ilaç sektörünün yeniden tartışılmasına yol açtı.

Klinik Farmakoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Cankat Tulunay ‘Kobay dehşeti’ne ilişkin şunları ifade etti: “Gönüllü olarak Türkiye’de ilaçlara kobay olan binlerce insan var. İmzaladıkları formlarla ölümle sonuçlanabilen deneylere maruz kalıyorlar. Bundan daha da tehlikelisi hastanın ve hastanın yakınlarının haberi olmadan ilaç şirketleri aracılığıyla doktorlar tarafından gizlice yapılan ilaç araştırmaları.

Örneğin Nijerya’da Pfizer’in gizli yaptığı ve piyasadan kaldırılan Trovan isimli antibiyotik araştırmasında onlarca çocuk öldü. Bu olay dolayısıyla şirket Nijerya hükümeti ve hasta sahiplerine çok yüklü tazminatlar ödedi. Amerika’da FDA uzun yıllar ciddi septik şokta etkili olduğu iddia edilen ve Türkiye’de 20 mg’lı flakonun 2 bin 170 TL’den satılan XIGRIS LILLY firması tarafından piyasadan çekildi.

SGK milyonlarca lirayı bu ilaca döktü. İlaçları denetlemek için kurulan etik kurulunda hiç deneyimi olmayan ve klinik değil ‘veteriner’ farmakologlar var. Tam tersi durumlar da söz konusu örneğin Sanofi-Aventis firması üretimi olan ‘Ketek’ adlı antibiyotik için sahte, kağıt üzerinde araştırmalar yaptı. Bu durum dolayısıyla da çok insan hayatını kaybediyor. Dolayısıyla Türkiye’deki rakam binlerce kişiye ulaşır.”

Vatan

4 yılda 23.607 kişiyi kurban etmişler!

Deney faresi olmaya hazır mısınız?

İlaç devlerinin kullandığı Türk kobaylar konuştu

İlaç devlerinin Türkiye’de dört yıl içerisinde yaptıkları 716 klinik deneyde Türkleri kobay olarak kullandığı yönündeki iddia gündeme bomba gibi düştü. Para için kobaylık yapan üniversite öğrencisi G.Y., “Mecbur kaldım deneklik yapmaya. İş başına 200 ile 300 lira alıyoruz. Birçok öğrenci para için gidiyor” dedi.
16 Kasım 2011 Çarşamba - 09:39

ABD’deki ilaç devlerinin 2007-2010 yılları arasında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede binlerce insanı kobay olarak kullandığı yönündeki dehşet yarattı. Dün İngiliz Independent gazetesinde yayımlanan haberde, sadece Türkiye’de dört yıl içerisinde 716 klinik deney yapıldığı ve bu deneylerde de, Türklerin kobay olarak kullanıldığı 893 araştırmanın gerçekleştirildiği iddia edildi. Haberin ardından Türkiye’deki kobay sorunu bir kez daha gündeme oturdu. VATAN, ‘Türk kobaylar’ın izini sürdü.

Kobay öğrenci

Ege Üniversitesi ARGEFAR İlaç Geliştirme ve Farmakokinetik Araştırma-Uygulama Merkezi Araştırma Kliniği’nde, ilaçların geliştirme ve araştırılmasında kobaylık yapan birçok öğrenci bulunuyor. Sosyoloji Bölümü öğrencisi G.Y. şu zamana kadar iki defa kobaylık yapmış, karşılığında da 300 lira almış: “İlaç denekliği diğer adıyla kobaylık Ege Üniversitesi’nde çok bilinen bir şey ama aleni yapılmıyor. Genellikle arkadaşlarınızdan duyuyorsunuz böyle bir şey olduğunu. Ben de bir arkadaşım vesilesiyle haberdar oldum. Ailemle yaşıyor olmama rağmen mecbur kaldım deneklik yapmaya. İş başına göre aldığınız para 200 ile 300 lira arasında değişiyor. Birçok öğrenci para kazanmak için gitmek zorunda kalıyor.”

Böbrek ilacı denedi

G.Y., yapılan işlemi şöyle anlattı: “Önce sizden kan alınıyor ve test yapılıyor. Deney için uygunsanız sık sık aralıklarla kanınız alınmaya başlanıyor ve 1 geceyi orada geçiriyorsunuz. Kan alımı bitene kadar bir süre yemek yemiyorsunuz, sabah saat 07.00’ye kadar orada kalıyorsunuz ve çıkıyorsunuz. Aynı günün akşamı tekrar gidiyorsunuz.” G.Y deney öncesinde her türlü yan etki karşısında sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirten bir sözleşmenin de imzalatıldığını ifade ederek şöyle devam etti: “1 seferde 12 kişi alınıyor, kadın ve erkekler ayrı odalara yerleştiriliyor. Bir ilacın testi yaklaşık 1 hafta sürüyor. Kan değerleri üzerinden yapılan testlerde ilacın nasıl bir etki vereceği ve diğer ilaçla olan karşılatırması yapılıyor. Ben iki kere gittim test için. İki tane böbrek ilacı kullandım. Yan etkilerin olma riski her zaman var. Teste başlamadan önce sorumluluğun size ait olduğu yönünde bir sözleşme imzalatıyorlar. 1 hafta sonunda da doktorunuzdan ya da hemşireden zarf içinde paranızı alıyorsunuz.”

Parayla kobaylık yasak!

SAĞLIK Bakanlığı’nın Ağustos 2011’de yayımladığı yönetmeliğe göre klinik deneylere katılan gönüllülere deney sonrasında herhangi bir mali teklifte bulunmanın söz konusu olamayacağı belirtiliyor. Klinik araştırmaların, kişinin serbest iradesiyle verdiği bilgilendirilmiş gönüllü oluru, bağımsız etik kurulu onayı ve Sağlık Bakanlığı izni olmadan başlatılması ve yürütülmesi mümkün değil. Bunlardan herhangi birine aykırı davranılması durumunda Türk Ceza Kanunu’nun 90. maddesine aykırı işlem yapmaktan sorumlular, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyor.

Bu arada Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de yapılan deneylerde kobay olarak kullanılan 893 Türk’ün öldüğü yönündeki haberlerin bilgi eksikliğinden kaynaklandığını belirterek, “Türkiye’de 893 klinik araştırma” yapıldığını duyurdu.

893

Independent’ın iddiasına göre 2006-2010 arasında Türkiye’de 716 klinik deney yapıldı, 893 araştırmada Türkler kobay kullanıldı.
Yiyip içtiğiniz ürünlerin etiketini okuyor musunuz? Okuyunca anlıyor musunuz? Mesela 'doğala özdeş' ne demektir? İşte masal ülkesinin raflarını süsleyen ürünleri anlatan ancak müellifi bilinemeyen ilginç makale
Kayseri’deydim. Öğlen, yemek için bir yere götürdüler. Kayseri'nin ünlü bir mantıcısı imiş. “Yer” demek doğru değil, entegre tesis mübarek.

Bir kapıdan 80 kilo giren, diğer kapıdan 100 kilo çıkar.

Yedik, içtik.

Paketlenmiş hazır mantı da satıyorlar.

Aldım iki kutu mantı, eve getirdim, koyduk dondurucuya.

Bir ay sonra yemeye kalktık, baktık mantı acılaşmış.

Niye ki? Eti mi bozuldu?

Etin bozulması mümkün değil, çünkü et yerine soya kıyması kullanıyorlar, içinde et olan mantı neredeyse kalmadı.

Sorduk, öğrendik.

Acılık içindeki azot gazından geliyormuş.

Raf ömrü uzasın diye paketlenme aşamasında azotu basmışlar mantıya.

“Doğala özdeş!” mantı!

Bir bilgi daha: O, mantının raf ömrü uzasın diye içine konan azot gazı, zamanla gıda zehirlemesine yol açıyormuş.

Bunların hepsi “doğala özdeş” gazlar. Onlara "gıda gazı" diyorlar.

Azot gazı da, oksijen de istenmeyen durumlarda “inert” atmosfer oluşturarak gıdaların kısa sürede bozulmasını önlüyor.

Meselâ taze etlere de oksijen gazı veriyorlar ki, hep taze, kıpkırmızı görünsün raflarda.

Yasal bunlar, girin internete, "gıda gazı" diye yazın, görün neler yediğinizi.

***

Geçenlerde markete girdim. Baktım markette zencefilli gazoz da var.

İthal…

Ne mutlu bize. Biz de Batılı marketlerdeki gibi, sokağımızın başındaki markette zencefilli gazoz bulabiliyoruz.

Ya bulamasaydık?

Ne büyük bir eksiklik olurdu.

“Biz, işte böyleyiz abi. Elin adamı yapıyor…” edebiyatı başlar mıydı? “Zencefilli gazozsuz” bir hayat çekilir bir hayat olur muydu?

Biz zavallı “az gelişmiş”, “Doğulu” ülke halkı bugüne kadar “zencefilli gazoz” içmeden nasıl yaşamışız?

Gelin de Orhan Veli’nin “Hardalname” şiirini hatırlamayın. Toprağı bol olsun, ne diyordu “Veli’nin oğlu”?

Ne budala şeymişim meğer,

Senelerden beri anlamamışım

Hardalın cemiyet hayatındaki mevkiini.

"Hardalsız yaşanmaz!"

Bunu Abidin de söylüyordu geçenlerde

Daha büyük hakikatlere

Ermiş olanlara.

Biliyorum, lâzım değil ama hardal,

Allah kimseyi hardaldan etmesin.

Çok şükür artık zencefilli gazoz da içebilen bir toplumuz.

İyi hoş da, şişesine bir bakayım dedim, içinde zencefil var mı?

Yok. Aroması da, rengi de yapay.

Ama kendisi “doğala özdeş”. Tıpkı içinde üretildiği toplumun “doğası” gibi.

***

Markette zencefilli gazoz şişelerinin “Gel gel” ettiği rafların az ilerisindeki balık reyonunda gördüm: Kutulanmış havyar.

Bilenler bilir, siyah havyar kutusu tipiktir.

Baktım, Rusça ve Kril harflerinin taklidi İngilizce “Chaviar” yazıyor kapakta.

Bir de mersin balığı resmi. Altına da, "Original product of Russia" yazmışlar.

Karadeniz’de mersin balıklarını bitirdik şükürler olsun.

Ruslar, Azeriler ve İranlılar uyanıklık yaptılar, Hazar Denizi'nde balığı yakalayıp ameliyatla yumurtasını alıp, balığı geri bıraktılar.

Biz Türk usûlü çalıştık, balığı da, yumurtayı da yedik. (Hatta yumurtlama erginliğine gelmemiş balıkları da yedik).

Kavanozdan gördüğüm kadarıyla siyah inci taneleri parlıyor, tıpkı havyar.

Satıcıya sordum: "Bu mersin balığı havyarı mı?" "Evet abi." dedi.

"Neden ucuz?"

"Rusya'dan geliyor abi, Hazar havyarı".

Kavanozun altındaki etiketi de okumalı. Derin bilgiler var orada.

“İçindekiler: Okyanus balık bulyonu (uskumru); tuz, zeytinyağı; pektin E211, sodyum benzoat E202, Potasyum Sorbat, Doğal renk E153.”

Muhteşem, değil mi?

Sen uskumruyu al, parçala, minik toplar yap, siyaha boya, koruyucu kimyasallarla harmanla ve el âleme "doğala özdeş havyar" diye kakala.

Satan adamın haberi yok.

***

Markete üzüm gelmiş. Kırmızı, iri, dipdiri şeyler. Erik gibiler maşallah!

Nereden geliyor bunlar? Bir sorun bakalım.

Şili'den.

Şili mi?

Evet!

Kaç gündür buradalar?

3-5 gün oldu.

Düşünün, Şili'nin bir köyünde topluyorlar bunları.

Uzun yolculuklar sonunda bizim mahallenin marketine kadar geliyor. Bir süre markette bekliyor. Alıyorsun eve getiriyorsun, evde de 3-5 gün daha, bana mısın demiyor.

Hâlâ kütür kütür.

İyi ama nasıl?

Şahane şeyler var, adına ilâç diyorlar. Üzümlere verilen bu ilâçlardan birinin etiketindeki faydaları sayalım meselâ:

- Dane büyüklüğünü arttırır.

- Dane ağrılığını arttırır.

- Dane şeklini daha düzgün olarak değiştirir.

- Tam olgunlaşmadan daneye parlak, sarı yeşil rengini verir.

- Dayanıklı ve dirençli kabuk sayesinde hasat ve hasat sonrası olabilecek yaralanmalar en aza iner.

- Üründe hastalıklara direnç katar.

- Kullanım dozu yükseldiğinde sofralık üzümlerde hasadı geciktirir.

- Raf ömrü uzar.

Nedir bu?

“Sitokinin”.

Büyüme hormonu.

Bakın şu şansa ki, sitokinin insanda da aynı işe yarıyor.

Sonra anneler şikâyet ediyorlar: "Ee, benim çocuk erken kıllanıyor!"

Bu dünya böyle hanım abla, sen üzümü alırken kıllanmazsan, çocuğun kıllanır.

***

Adana'da tanıdığım çiftçiler var.

Yazın Çukurova’nın Temmuz güneşi altında soğutması olmayan tankerlerle süt topluyorlar mandıralara.

Şoföre soruyorum: "Bozulmuyor mu bu sıcakta süt?"

"Abi, tankere iki bardak hidrojen peroksit döküyorum, akşama kadar bir şey olmuyor."

“Hidrojen peroksit” dediği şey kadınların saçlarının rengini açmak için kullandıkları bir kimyasal.

Çok kötü değil, sadece canlıları öldürüyor.

Süte koyunca bütün bakteriler ölüyor, geriye bozulacak ve bozacak bir şey de kalmıyor.

Doğal olmasa da, “doğala özdeş” süt!

***

Bizim sokağın başında bir çiçekçi var, kaldırım kenarında karanfil ve gül satıyor.

Satmadan önce üstlerine koku sıkıyor.

“Doğala özdeş” koku, “doğala özdeş” gül!

Zavallı bülbül!

***

Bu anlattıklarımın hepsi yasal.

Temel problem şu ki: İnsan doğa ilişkisi değişti.

İnsan yeni bir doğa kurgusu yaptı, kendini doğanın dışına aldı, doğayı alınır-satılır mal yaptı, sentetikleştirdi ve tüketime sundu.

Hal böyle olunca, insan kendisinin doğal bir varlık olduğunu unuttu. (Beşer işte, unutacak elbet.)

İnternetten pantolon, ayakkabı, peynir, arkadaş ve sevgili edinmeyi marifet bildi.

Optik kabloların sunduğu hayatı da hayat bildi.

İnsan artık bu!

DOĞALA ÖZDEŞ!
Sülük tedavisi her derde deva mı ?

Çocukluğumda hamamlarda sülük vurunurlardı. Yani, birkaç santimetre uzunluğunda sülük dediğimiz hayvan vasıtasıyla şifa için kan aldırırlardı. Yenilere kadar da bunu iptidai bir metot olarak bilirdim. Halbuki şimdi, Avrupa ve Amerika Birleşik Devletleri’nde tıp araştırmacılarının, sülüklerle yeniden araştırma yapmaya başladıklarını hayretle görüyoruz. Belirli şartlar altında bu hayvan, faydalı bir tedavi vasıtası kabul edilmektedir.

Doktorların tıbbî sülük dedikleri bizim küçük vampir, acaba nasıl kan emer? İnsanlar hangi cesaretle bu hayvana derilerini, damarlarını kestirip de kanlarını akıttırıyorlar?
Sülükler, tâ doğuştan modern kan alma metoduna sahiptir. Yani, Sani-i Hakîm, bu iş için onları hususi tanzim etmiş. Şimdi bir laboratuara gidip kan aldırmağa kalksanız; mutlaka carınız yanar. Amma bizim tıbbî sülük hiç acıtmaz. Cenab-ı Hak ona üç adet jilet keskinliğinde çene takmış O, bunlarla operasyon yapar.Sonra yaraya, uyuşturucu şırınga etmeyi de ihmal etmez! İşte bunun için kanını emeceği kimseyi acıtmaz. Acaba bizim sülük efendi, insanların sinir sistemine sahip olduklarını, bunları uyuşturunca acı çektirmeyeceğini hangi tıp fakültesinden öğrendi? Sonra kendi özel uyuşturucu maddesini hangi laboratuarda keşfetti?
Dahası var. Bizim sülük efendinin tıbbî mahareti bundan ibaret değil. İnsanların bir tarafı kesilse ve küçük bir yara açılsa, kan birkaç dakika sonra kendiliğinden kesilir. Bu da Cenab-ı Allah’ın hayatımızın devamı için kanımıza verdiği bir özelliktir. Aksi takdirde hastalık var demektir. Bizim sülük efendi, kestiği damara yanaştı mı, normal olarak şöyle bir yarım saat kadar kan emmelidir. Çünkü ancak bu zaman zarfında bir öğünlük gıdasını alabilir. Eh, bilim sülük efendi insan kanun en iyi tanıyanlardan birisidir! Nasıl olsa o, en az bir doktor kadar bilgili ve bir kimyager kadar maharetli!
Bunun için vücudunda salgı bezleri inşa etmiş. Bu minik laboratuarlarda, kanın pıhtılaşmasını önleyici birudun denilen maddeyi keşfedip imal etmeye başlamış. Uyuşturucunun yanı sıra, deriye bu maddeyi de şırınga eder Böylece kanın; sürekli akmasını sağlayarak istediği kadar içer. Önce, sarsılıp titreyerek emmeye başlar. 20 – 30 dakika sonra, bir öğünlük gıdasını oluşturan kanla şişmiş olarak deriden ayrılır. Ve yavaş yavaş sindirim işlemine başlar.
Hani insan, sülüğün kan emmek için sahip olduğu özel aletlerini, vücudunun hususi tanzimini ve tıbbî maharetlerini Cenab-ı Allah’a vermese, onu, mütehassıs bir doktor, eşsiz bir biyokimyacı kabul etmesi gerekiyor. Bilmem başka nasıl izah edeceğiz? 4nu yaratan ancak Cenab-ı Hak’tır. Çünkü Rabbımız canlıları ve onların kanlarını, sinir sistemlerini en iyi bilen2at’tır. İşte bunun için sülüğü ona göre tanzim etmiştir: Sülüğün varlığı ve kan emmek için hususi tanzimi gösteriyor ki, sülüğü kim yaratmışsa, insanları da yaratan O’dur. Evet, bir sülüğün vücudumuzda açacağı yarayı uyuşturabilmesi, kanımızın akışını sağlayan humdun maddesini imal edebilmesi, yaratıcının birliğine bir ispattır. Vahdaniyete bir delildir.
Bakın, sülüğün vücudunda, Rabbımızın daha ne hikmetleri var.
Sülük, bir insan vücudundan 20 – 30 dakikada aldığı kanla, hayatını tânı altı ay kadar sürdürebilir. Bunu nasıl sağlar? Niçin bir emişte hu kadar çok kan alma istidadı verilmiş?
Tıbbî sülük, yaşadığı kendi tabiî sulak ortamında, insan kanına benzeyen bir besini kolay kolay bulamaz. Bu yüzden Sani-î Hakim olan Rabbımız, onun vücuduna, elde ettiği bir besinden en fazla faydalanabileceği bir sistem yerleştirmiştir. Şöyle ki : Bir öğünlük besinini emip ve depolarken vücudu, normal hacmine göre on kat şişebilmektedir. Emmeden sonra, önce kanın suyu ayrılır ve özel ceplerde depolanır. İş bununla da bitmez. Kanın çözüşmemesi gerekir.Bunun için de bağırsaklarında bulundurduğuöze’1 bakterileri (Pseudomonas hirudinus) kullanır. İşte bu sistem sayesinde bir sülük, yalnız bir öğün yemeği ile hayatını altı ay kadar sürdürebilir. Hatta bu süre sonunda kendi vücut dokularını parçalayarak bir süre daha yaşayabilir.
Bu hayvan şimdi modern tıpta nerelerde 9kullanılıyor?
Sülük uygulamasının, ciddi doku zedeleme sinin verdiği rahatsızlıkları giderdiği görülüyor.Meselâ ameliyattan sonra yara izini taşıyan dokuyu iyileştirdiğini gösteren emareler var. Sülükler kan çekme aracı olarak da kullanılabilecek. Bilhassa kalp yetmezliği, ya da kalp krizi geçiren insanların tedavisi onların yeni kullanım sahalarıdır. Ayrıca son araştırmalar, vücuttan kopmuş organların dikilmesinde de onların işe yaradığını göstermiştir.
Sülüğün hiç acıtmadan, modern bir tarzda kan emebilme vasfı, bu şekilde hususi tanzimi bize mühim bir sünnete işaret etmektedir : Kan aldırmak. Hazret-i Peygamber hacamat âleti vurmakla kan aldırmıştır. Bir hadîste şöyle duyuruluyor :
Şifa üç şeye münhasırdır : Bal şerbeti içmek hacamat âleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim (Sahîh-i Buhari; 12. cilt, sayfa 79).
Mademki iki cihan serveri, Hz. Peygamber(S.), kan aldırmak şifa demiştir, o mutlaka şifadır. Çünkü O’nu konuşturan Rabbimizdir. O kendi hevasından, nefsinden konuşmaz. Sünnetinde, emir ve tavsiyelerinde, hem bu hayatımız için, hem de öldükten sonraki ebedî hayatımız için derin hikmetler, azim faydalar vardır.
Şimdi tıp ilmine bakalım. Kan aldırmak gerçekten insan sağlığı için faydalı mı?
Kan aldırılınca, anormal derecede koyu kanı bulunan hastaların beyinlerinden geçen kan akışı hızlanabilmektedir. Bu keşif, Londra Milli Hastahanesinde ve Kopenhag Kraliyet hastahanesindeki araştırmalarda bulunmuştur.
Kanın emilin incelmesi, kandaki alyuvar yoğurduğunu azaltır. Böylece kalp, beyne daha rahat pompalama yapar. Kan emilince, kandakiıoksijen taşıyıcı madde olan hemoglobin seviyesi de düşer. Bu yüzden kan, beyine yeterli oksijeni taşıyabilmesi için daha hızlı akmaya başlar.
Ayrıca araştırmacılar, kan akışının artmasıyla insanın ataklığının fark edilir derecede arttığını ispatlamışlardır.
Koyu kandan dolayı kalp krizi ve kalp yetmezliği tehlikesi altında bulunan insanlarda kan aldırmanın koruyucu bir rol oynayabileceği de tahmin edilmektedir. Bu tahmin, İngiltere ve Danimarka’da yapılan son araştırmalarca desteklenmektedir.
Şimdi düşünelim : 1400 sene evvel yaşamış ümmî bir insan, kan aldırmanın bunca faydasını nasıl bildi? 1400 sene evvel, şimdiki zamana kıyasla, cehaletin kol gezdiği bir devirde, bir insanın çıkıp ta başını yardırıp kan aldırması kolay anlaşılacak bir iş değildir. Böyle derin tıpâ ilgisi isteyen bir işi, O Zat’ın, kendinden emin olarak yapması ve etrafına da inandırması, O’nun peygamberliğine aşikâr bir delildir.

H.Hüseyin Korkmaz/
kalbinsesi.com