Author Archives: hassuluk

HASTANIN UYGULAMAYI KABUL ETMESİ

Günümüzde Hirudoterapi ve Medikal cerrahi uygulamalarda olduğu gibi sülüğün nasıl kullanılacağı ile ilgili de bazı takip edilmesi gereken prosedürler bulunmaktadır. Hasta mutlaka bir uzman doktor gözetimi altında bu uygulamayı yapmalıdır. Uzman doktor hastayı uygulamanın başından sonuna kadar hastayı nelerin beklediğini tek tek ve anlaşılır bir şekilde hastaya anlatmalıdır. Bu durumda yapılan uygulamalarda hastanın uygulamaya yaklaşımı mükemmel derecede olmaktadır.

Sülük Uygulamaları :

1-Hasta sülüğün uygulanacağı bölgeye herhangi bir jel ,losyon veya ona benzer bir sıvı sürmemelidir. Tedavi edilecek bölge tedaviden önce mümkünse suyla ya da alkolle temizlenmelidir. Alkole temizlendi ise tedaviye başlamadan önce yıkanmalıdır. Tedavi için hastanın derisi ılık olmalıdır. Bunun için de ılık su kullanılmalıdır.

2- Sülük tedavilerinde uygulanan metotlar: Şırınganın ucunu keserek deposuna sülüğü çekiniz. Hangi bölgeye uygulamak istiyorsanız şırınganın ucunu ısırmasını istediğiniz bölge tutunuz ısırma işlemi ğerçekleştikten sonra yavaşça şırıngayı alınız. Bu işlemden sonra şırıngayı atınız. Veya likör bardağıyla, Laboratuar tüpü ile istenilen bölgeye uygulayınız. Belirlenen noktaya sülüğü yerleştirmek için tahta kaşık kullanılması tavsiye olunur.

3- Sülüklerin başıboş dolaşmalarını engelmek için 1 cm lik alana sargı bezi kullanarak bir nevi bari yer kurarak engelleyebilirsiniz.

4- Sülüğün başını tedavi edilecek yere yönlendiriniz. Çabuk yapışacaktır. Ama yapışmıyorsa kullanılmamış enjektör ignesini yapışmasını istediğiniz bölgeye hafifçe batırınız ve kan akmasını sağlayınız. Sülük kanın olduğu yere gelip yapışacaktır. Eğer hala yapışmıyorsa başka bir sülük kullanmanızı öneririz.

5- Sülük yapıştıktan sonra iyice şişinceye kadar yapıştığı yerde kalmalıdır. Uygulama esnasında sık sık sülükleri kontrol etmekte fayda vardır.

6- Sülük karnını doyurduktan sonra ki bu genelde 45 dakikayı bulur , kendi kendine yapıştığı yerden ayrılır. Kesinlikle ısırdığı bölgeden çekmek suretiyle çıkartmaya çalışmayınız. Tedavi bitmeden sülük ısırdığı bölgeden alınmak istenirse az miktarda sigara dumanı yada ısı kaynağı sülüğün ısırdığı yeri bırakmasını için kullanılabilir.

7- Sülüğün ısırdığı yerin etrafındaki alanlar rutin olarak her gün dezenfekte edilmeli ve gerekiyorsa pansuman yapılmalıdır.

UYGULAMADA GEREKLİ EKİPMANLAR

-Saf su içinde veya klorsuz şişe suyunun içinde bir kavanoz sülük.
-Sülüklerin kullanımından sonra imha edilmesi için içinde alkol bulunan bir kavanoz.
NOT : Kullanılan sülükleri kati suretle kullanılmamış sülüklerin içine koymayınız. Ayrı bir kavanozda alkolle imha ediniz.

o Klorsuz su
o Sargı bezi ve bol miktarda Gazlı bez
o Dişsiz pensler
o Pansuman pamuğu
o Oksijen suyu
o Şırınga yada Laboratuar tüpü

Bir hastada kullanılan sülük kesinlikle başka bir hastada kullanılmadan imha edilmelidir.
 

Sülüklerin medikal alandaki ilk kliniği yaklaşık 2500 yıl önce kurulmuştur. Mikro cerrahide ve plastik cerrahide tedavi edilecek bölgede küçük bir ısırıkla işe koyulan bu küçük omurgasız hayvan kanı emerken salğıladıgı enzimler sayesinde vücudun kan dolaşımını sağlar. Mikro cerrahide ve plastik cerrahide kullanımı yaygınlaşan bu hayvanlar özellikle mikro cerrahi uzmanlarınca "maden" olarak tasvir edilirler.

İngilizler Sülüğe 'canlı eczane' adını takmışlardır.

Sülük Biyolojisi ve Yetiştirme Teknikleri
SÜLÜK BİYOLOJİSİ VE YETİŞTİRME TEKNİKLERİ
Y.Doç.Dr. Naim SAĞLAM
Fırat Üniversitesi, Su Ürünleri Fakültesi, Su Ürünleri Yetiştiriciliği Bölümü,
Balık Hastalıkları Anabilim Dalı
GİRİŞ
Sülükler eski çağlardan beri gerek insanları tedavi edici ve gerekse omurgalı ve omurgasız canlılarda parazit olarak tanınmaktadır. Çok eski zamanlardan beri tıbbi sülük, Hirudo medicinali kan basıncını düşürmek için insanlar tarafından kullanılmaktadır. Sülüklerin Osmanlılar tarafından kullanıldığı ve bu konu ile ilgili yazılı eserler hazırladıkları bilinmektedir. Osmanlılarla beraber Fıransızlar da sülüklerden yararlanmışlardır. Tıbbi amaçla 1830 yılında Paris hastahanelerinde beş milyon sülük kullanıldığı bildirilmiştir (Kaestner, 1967). Günümüzde sülüklerin çeşitli türleri üzerinde bilimsel çalışmalar yürütülmekte ve bunlardan modern tıbda kullanılan ilaçlar elde edilmektedir.
Ülkemizde de H. medicinalis’in ticareti yapılmakta ve toplanarak yurt dışına ihraç edilmektedir. Şu anda dünyada en önemli sülük ihrac eden ülkelerden birisi Türkiyedir. Ancak modern tıpta aşırı kullanımı nedeniyle neslinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalan H. medicinalis CITES Sözleşmesiyle koruma altına alınmıştır (Anon., 1996a). Bu sözleşmeye imza koyan ülkeler H. medicinalis’in toplanması ve ihracatı konusunda kotalar koyulmasına karar vermişlerdir. Türkiye’nin, 1996 yılında 10 ton olan H. medicinalis ihraç kotası, 1997 yılında 7 tona düşürülmüştür. Yine ülkemiz tatlısularında H. medicinalis’in avlanma yasağı, 15 Nisan-15 Haziran tarihleri arasındayken (Anon., 1996b), bu yasak 1 Mart – 1 Temmuz olarak değiştirilip (Anon., 1997) 2 aydan 4 aya çıkarılmıştır.
Bu konunun hazırlanmasında, neslinin tükenmesi tehlikesiyle karşı karşıya kalan, hem ekonomik öneme sahip bir su ürünü, hem de bir parazit olarak sülüklerin genel biyolojik ve morfolojik özelliklerinin tanıtılması ile üretim ve yetiştiricilik tekniklerinin açıklanması amaçlanmıştır.

SÜLÜKLER (HIRUDINEA)
Sülüklerin de içinde yer aldığı Annelida anacı Polychaeta. Olygochaeta ve Hirudinea olmak üzere üç sınıfa ayrılır Hirudinea içinde ise Rhynchobdellida, Pharyngobdellida, Gnathobdellida ve Acanthobdellida dizileri bulunur (Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Demirsoy, 1982; Geldiay ve Geldiay, 1991; Karol vd, 1982; Kaestner, 1967 ) . Hirudinea sınıfı, genellikle sülük olarak bilinen deniz, tatlı su ve karasal solucanlar olmak üzere 500 den fazla türü kapsamaktadır (Barnes,1974). En küçük sülük 1 cm uzunluğunda olmakla beraber çoğu türler 2,5 cm büyüklüğündedir. Insan ve hayvan sağlığını ilgilendiren sülükler (Hirudo medicinalis) 20 cm'ye kadar ulaşabilirler. Amazon'da yaşayan Haementeria ghilianii ise 30 cm büyüklükte olabilmektedir. Renkleri ilginç olup genellikle siyah, kahverengi, zeytin yeşili ve kırmızıdır. Üzerlerinde kuşak ve benekler bulunabilir ( Barnes, 1974; Çetin vd, 1985; Kaestner, 1967; Karol vd, 1982 ).
Sülüklerin Anatomisi
Sülüklerin anatomisi dikkat çekecek derecede tek örnektir. vücut tipik olarak dorso-ventral yassılaşmıştır. Segmentler anterior ve posteriorde çekmen biçimine dönüşmüştür. Anterior çekmen genellikle posterior çekmenden daha küçüktür ve ağzın etrafı çekmenle çevrilidir. Posterior çekmen, sekiz segmentin eriyerek birleşmesiyle oluşmuş, disk şeklinde ve ventrale dönüktür. Vücutları daima sabit sayıda 34 segmentten oluşur. Ikinci derecedeki eksternal halkalar, asıl segmentler tarafından gizlenmiştir. Seta yoktur. Sülüklerin 9, 10, ve 11. segmentlerine klitellum yerleşmiş olup bu kısma klitellar bölge adı verilmektedir. Klitellar bölge bir erkek bir de dişi üreme deliği taşır. Vücudun orta kısmı 15 segmentten oluşur. Gövdenin en büyük bölümüdür (12-26 segmentler arası). (Davies, 1991; Barnes, 1974; Kaestner, 1967; Sawyer, 1986).
Sülüklerin Hareketleri
Sülükler sürünme, yüzme ve dalgalanma hareketi olmak üzeri üç tip hareket yaparlar. Sürünmede posterior çekmen zemine sıkıca tutunur, anterior çekmen serbest bırakılarak uzanabileceği azami uzaklığa kadar uzanır ve zemine kuvvetlice yapışır. Sonra posterior segment serbest bırakılarak, anterior çekmenin yakınına kadar çekilir ve yapıştırılır. Sülük bu işlemi tekrarlayarak yerini değiştirmiş olur. Yüzme hareketi dorso-ventral ondülasyon ile yapılmaktadır. Bu tip yüzme boyuna kasların gelişmesiyle sağlanır. Sülükler dalgalanma hareketini ise posterior çekmenini sabit bir yere tutturup, anterior çekmenini serbest bırakarak, vücudlarını su içinde öne- geriye ve sağa-sola titreterek yaparlar (Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Demirsoy, 1982; Kaestner, 1967; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998).
Sülüklerde Dolaşım ve Solunum
Sülüklerdeki sölomik boşluklar bazı türlerde yardımcı dolaşım sistemi görevi yapar. Düzenli dolaşım sistemi gelişmiş sülüklerde sölomik boşluk ve sıvı, gerçek kan damarlı sistem formuna dönüşmüştür. Bütün sülüklerde sölomik boşluğun düzenli kanal sistemi içinde, kan bir yerden başka bir yere taşınır. Kan lateral longitudinal kanalların kontraksiyonu ile iletilir (Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Davies, 1991; Demirsoy, 1982; Geldiay vd, 1991; Kaestner, 1967; Sawyer,1986).
Sülüklerde solungaçlar sadece Piscicolidae ailesine ait bazı türlerinde bulunmuştur. Diğer sülüklerde vücut yüzeyi gaz alış verişini sağlayacak tarzda donanmıştır. Piscicolidae'nın solungaçları lateral yaprak benzeri veya vücut duvarından dallanmış doğal oluşumlardır. Solungaçlar damarlı ve sölomik sıvıyla doludur. Titreyerek sallandıkları zaman solunum sağlanır. Sülükler aynı zamanda posterior çekmenini bir yere tutturup vücudunu dalgalandırarak da solunum yaparlar. Gnathobdellida ve Pharyngobdellida'ya ait sülüklerin sölomik sıvılarında hemoglabin bulunur ve oksijenin taşınmasında görev alır (Barnes, 1974; Davies, 1991; Demirsoy,1982; Kaestner, 1967; Sawyer,1986).
Sindirim Sistemi ve Beslenme
Sülüklerin ağız ön uçta, ya bir çekmenin dibinde veya kaşık şeklinde bir üst dudağın altındadır. Ağzı kaslı bir farinks takip eder. Farinksin ağız boşluğu adı verilen ön kısmı çeşitli gruplarda farklı yapıdadır. Bazılarında kenarı düz veya dişli olan bir veya daha fazla keratinli çene vardır (Şekil 1). Bazılarında ise dışarı uzatılabilen bir hortum bulunur. Yutağın etrafında bir hücreli tükrük bezleri vardır. Bunlara ait kanallar dişlerin aralarına, veya hortumun ucuna açılır. Kan emen sülüklerde tükrük bezleri besin olarak alınan kanın pıhtılaşmasını önleyen hirudin salgısı ihtiva eder. Çeneli sülüklerde farinksten sonra sindirim borusunun en büyük kısmı olan mide (orta barsak) gelir. Hortumlu sülüklerde ise farinks ile mide arasında ince uzun bir yemek borusu bulunur ve hortum geri çekildiği zaman bu kısım bir kıvrım yapar. Mide ince cidarlı geniş bir tüp halindedir. Midenin yanlarından ekseriya çift halde bir çok keseler çıkar. Bunların sayısı türe göre değişir. Örneğin Hirudo medisinalis 'de 11 çift, Haemopis sanguisuga 'da yalnız bir çift ve Herpobdella 'da hiç bulunmaz. Sindirim borusunun bu kısmı kursak görevi görerek dışardan alınan besinin depo edilmesine yarar. Sindirim mide ile kilus barsağında yapılır. Kilus barsağının yanlarında da kese şeklinde çıkıntılar olabilir. Son barsak kısadır. Anüs sülüğün dorsalinde posterior çekmenin önünde yerleşmiştir (Barnes, 1974; Brown, 1967; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998; Sawyer 1986). Bütün sülükler kan emici değildir. Bazı türler omurgasızları, Annelida'ya ait diğer sınıfların bireylerini, salyongozları ve böcek larvalarını yerler. Kan emenler balık, kurbağa, kaplumbağa, salyangoz ve kabuklu su canlıları ile omurgalı hayvanlarda ektoparazit olarak yaşar (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sawyer 1986). Omurgalıların hemen her grubu konakçı olmasına karşın, balıklar en çok saldırıya uğrayan gruptur (Sağlam, 1998a; Sawyer, 1986). Tropikal bölgelerin yağışlı kısımlarında, daha doğrusu çok nemli yerlerde, karada yaşayan Haemodipsidae ailesinin üyeleri kuş ve memelilerin ağız ve burnuna yapışırlar. Bunlar bitkilerin üzerine çıkarlar, alttan geçen hayvanların üzerlerine kendilerini bırakırlar. Bazıları, örneğin balıklarda parazit olan Piscicolidae ailesine ait üyeler, devamlı olarak konakçı üzerinde kalmalarına karşılık, bazıları belirli periyotlarda kan emerler (Barnes, 1974; Davies 1991; Demirsoy, 1982; Kaestner, 1967; Sawyer 1986). Örneğin Hirudo medicinalis vücut ağırlığının ortalama 5.83 (3-10) katı kan emer ve bir yıla kadar beslenmeksizin yaşamını sürdürebilir (Kaestner, 1967; Sağlam, 1998b)
Sinir Sistemi
Sülüklerin sinir sistemi (Şekil 2 A,B) vücut yapılarına özelleşmiş ileticilerdir. Sinir düğümlerinin hücre gövdeleri farklı folüküller içinde gruplaşmıştır. Her ganglion altı folükül meydana getirir. Beşinci ve altıncı segmentlerde geniş bir gangliyonik sinir, farinks ve hortumun çevresini kuşatmıştır. Bu halka beyini ifade eder. Faringeal halka ve diğer Annelid'lerin subfaringeal ganglionları ile ilk üçüncü veya dördüncü segmentin ganglionları posterior olarak ilerler. Iki ventral sinir şeridi varsa da segmental ganglia'nın her çifti eriyerek birleşmiştir. Bu merkezi sinir sisteminden başka perifer ve sempatik sinir sistemleri de bulunur (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998; Sawyer 1986).
Duyu Organları
Sülüklerde özelleşmiş duyu organları gözler ve segmental sıralanmış duyumsal papillerdir. Sülüklerin hepsi gözlüdür. Gözler (Şekil 3, 4), etrafı bir pigment kadehi tarafından çevrilmiş fotoreseptör hücrelerinin topluluğundan oluşur. Bunlar genellikle ön tarafın dorsal yüzeyinde yerleşmiştir ve türlere uygun olarak sayıları 2-10 arasında değişir. Piscicolidae 'nin arka çekmenları üzerinde de gözler bulunur. Göz kadehlerinin eksenleri ayrı ayrı istikametlerde olacak tarzda yer aldıklarından, değişik yönlerden gelen ışıkları görmeleri mümkündür. Bu özellikten dolayı sülükler aydınlık ve karanlık ayrımından başka, ışığın istikametini de ayırt edebilirler. Sülüklerin hemen hepsi fotonegatiftir, fakat acıktıkları zaman fotopozitife dönüşürler (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sawyer 1986).
Duyumsal papillerin sıralanışı çeşitli gruplarda farklı farklı olup, her segmentin bir halkasında yerleşmiş küçük disk oluşumlarıdır. Bunların her biri terminal bir kıl taşıdığından kütikül üzerinde çıkıntı oluştururlar. Duyu hücreleri sülüklerin av ve konakçılarını bulmasını sağlar ve karanlıkta hareket etmeye yardımcı olur. Bu duyu reseptörleri sayesinde kan emen sülükler, konakçılarda bulunan balık pulu, doku özü, yağ bezlerinin salgısı ve diğer maddelerin salgılanması ile saldırıya geçerler. Vücut salgıları tarafından cezbedilen sülükler canlıya doğru hareket ederek ona yapışır ve beslenirler. Gözlerin ve duyumsal papillerin sayısı ve sıralanışı taksonomide önem taşımaktadır. (Barnes, 1974; Kaestner, 1967; Sawyer, 1986).
Sülüklerde Üreme
Sülükler eşeysiz üreyemezler. Regenerasyon kabiliyetleri de çok azdır. Bir sülük ortasından ikiye bölündüğü zaman ön parça bir anüs meydana getirebilir, fakat arka parçada yeni bir baş oluşmaz (Davies, 1991; Çağlar, 1973; Savyer,1986).
Sülüklerin hepsi hermafrodit olup, üreme sistemi içinde bir dişi bir de erkek gonopor taşırlar. Erkek ve dişi organlar vücudun ventralinden median olarak arka arkaya dışarı açılırlar. Erkek genital por daima dişi porun ön tarafında bulunur. Erkek gonadlar yuvarlak kesecikler şeklindedir. Bunların sayısı en az 4 çift, en çok 17 çift olur. Testisler, vücudun orta kısmındaki segmentlerde birer çift olmak üzere, yanlarda sıralanırlar. Testis sıralarının dış taraflarında birer sperma kanalı uzanır. Her testis ayrı ayrı kanalcıklarla kendi taraflarına ait olan sperma kanalına açılırlar. Her iki büyük sperma kanalı öne doğru uzanır ve sperma keseleri olarak kabul edilen birer genişleme yaptıktan sonra ortak bir atriyumda sonuçlanırlar. Hirudinidae ' nin sperma kanallarının müşterek olan uç kısmı bir penis ihtiva eder (Şekil 5). Atriyum çok kısa, kompleks ve duvarları lümen içine açılan salgı hücreleriyle kuşatılmıştır. Proksimal salgı bezi prostat olarak isimlendirilir. Spermatoforları gelişmemiştir. Spermatogenesis sülüklerde ilk olarak testislerin lumeninde yapılır. Rhynchobdellida ve Pharyngobdellida''da kopulasyon organı bulunmaz (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sawyer 1986).
Yumurtalıklar daima bir çift olarak sınırlanmıştır ve testisin anterior çifti ile erkek atriyumu arasında yerleşir. Yumurtalık germinal dokunun bir topluluğu olup, bazen içinde bir kaç kokon (yumurta kesesi) bulundurabilir.(Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sawyer 1986). Kısa oviduct anterior olarak uzanır ve karşı organıyla bir vaginada birleşir. Dişi gonopor 11. segmentin ventral yüzeyinden açılır. Yumurtalar, olgunlaşmamış gamet şeklinde (oocyste) yumurtalıklara bırakılır ve olgunlaşmasını kokon sıvısı içinde tamamlar. (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998; Sawyer 1986).
Sülüklerin bir kısmında döllenme, spermaların penis aracılığıyla diğer ferdin vaginasına nakledilmesi şeklinde olur (Gnathobdellida). Diğerlerinde sperma kanallarının uç kısımında, kitinli bir kopulasyon cihazı (spermatofor) meydana getirilerek bunlar diğer eşin derisinden bir yere (ekseriya sırtlarına) saplanırlar (Rhynchobdellida, Pharyngobdellida). Spermatoforlar deriye eritici bir tesir yaparlar. Kısa bir süre sonra spermalar sölom boşluğuna geçerek oradan da ovaryumlara giderler. Genellikle penis aracılığıyla olan döllenme bir taraflı, spermatoforlarla yapılan döllenme ise karşılıklıdır. Döllenmeden bir süre sonra yumurtalar, klitellum bezleri tarafından salgılanan besleyici albumin ile dolu bir kesenin içine bırakılır (Şekil 8). Bu zaman içinde klitellum açıkça belirginleşir. (Barnes, 1974; Davies 1991; Kaestner, 1967; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998; Sawyer 1986).
Yumurta kesesi dişi gonoporundan çıktıktan sonra verimli yumurtaları taşır (Şekil 6). Piscicolidae 'de bir kokon sadece bir yumurta taşır, fakat diğer sülüklerde çeşitli sayılardadır. Nephelopsis obscura bir üreme döneminde 1-4 kokon bırakır ve her bir kokondada 1-8 yumurta bulunur (Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998). Hirudo medicinalis ise bir dönemde 1-8 kokon üretir ve her kokon 33 embriyo içerebilir (Savyer, 1986). Keseler ekseriya suda objelerin üzerine, bazı parazit formlarda da konakçının vücuduna bırakılır. Bundan başka Hirudo medisinalis'de olduğu gibi kokonları bırakmak üzere, sudan ayrılarak nemli toprağa gömülenler de vardır. Hirudinidler arasında yavru bakımı olan formlara da rastlanır. Bunlar ya yumurtaları beraberinde taşır veya yumurtaların bıraktığı yerin üzerine gerilerek onları korurlar. Sülükler metamorfoz olmaksızın olgunlaşırlar ((Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Kaestner, 1967; Sawyer 1986).
Çoğu sülükler bir yıl yaşarlar. Baharda yumurtadan çıkan sülükler takip eden yılda olgunlaşırlar. Hayat devri beslenme alışkanlıkları ile yaşam ortamına bağlıdır. Hirudo medisinalis diğer türlere göre daha uzun yaşar (Barnes, 1974 ).
Sülüklerin Ekolojisi ve Dağılımı
Bazı sülükler denizlerde olduğu halde, çoğu akuatik türler tatlı sularda yaşarlar. Yüzeysel bitki bulunan havuz, göl ve hafif akan çayların kenarını tercih ederler. Asidik sular sülük faunasının zayıflamasına sebep olur. Çoğunlukla organik kirleticilerin bulunduğu bölgelerden hoşlanırlar. Taşların altı çevrildiğinde şaşırtıcı sayıda bireysel olarak görülürler. Çoğu türler kuraklık periyodunda havuz veya çayların dibinde çamur içine açılmış yuvalarda bulunurlar. Dehidrasyon sonucu vücut uzunluklarının % 90 'nından fazlası zarar görse bile yaşayabilirler. Sülüklerin yüzen formları üreme periyodunda kümeler halinde suyun kaynağına doğru yüzerler. Hirudinidae ve Erpobdellidae türü sülükler hem suda hem de karada yaşayabilirler (Barnes, 1974; Davies, 1991; Sawyer, 1986).
Sülükler dünyanın her tarafına yayılmışlarsa da, daha çok kuzey ılıman göl ve havuz sularında bulunurlar. Kuzey Amerika sülük faunasının çoğu Avrupa ile benzerdir (Barnes, 1974).

BAZI ÖNEMLİ SÜLÜK TÜRLERİ
Dizi: Acanthobdellida
Ilkel bir sülüktür. Kuzey Avrupa türlerini içerirler. Gonoporları bir halka ile ayrılmıştır. Anterior segment dört segmentin birleşmesiyle oluşmuştur. Soğuk su balıklarında geçici parazittirler. Bu dizinin içinde Acanthobdella peledina türü sülük bulunmaktadır (Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Kaestner, 1967; Sawyer, 1986).
Dizi: Rhynchobdellida
Hortumlu sülüklerdir. Sindirim borularının ön ucu bir hortum şeklindedir. Döllenme spermatoforlarıyla olur. Tam anlamıyla akuatik sülüklerdir. Karada yaşayanları bulunmaz. Geçici, nadiren de devamlı ektoparazitlerdir. Bu dizide Glassiphonia complanata, Piscicola geometra, Protoclepsis tesselata ve Theromyzon sp türleri yer almaktadır Barnes, 1974; Bauer vd, 1973; Çağlar, 1973; Davies, 1991 Dogiel vd, 1970; Ekingen, 1983; Kaestner, 1967; Kruse vd, 1989; Meyer, 1966; Sawyer, 1986 ).
Dizi: Gnathobdellida
Bir farinks ve üç çift çeneye sahip akuatik ve karasal sülüklerdir. Her segment beş halkalıdır. Ön çekmenları kaşık şeklindedir. Damarları bulunmaz. Lakün sistemleri dolaşım görevi de görür. Kanları kırmızı renklidir. Erkek genital organları geniş bir atriyum ile bir penis, dişi genital organları da bir vagina içerir. Kilus barsağında daima barsak bezleri bulunur. Omurgalı canlılardan kan emerler veya etçil geçinirler. Bu dizide Hirudo medicinalis, Haemopis sanguisuga, Limnatis nilotica ve .Macrobdella decora türü sülükler bulunmaktadır. (Barnes, 1974; Brown, 1967; Çağlar, 1973; Davies, 1991; Kaestner, 1967; Sawyer, 1986).
Dizi: Pharyngobdellida
Segmentleri beş halkalıdır. Farinksleri çok uzundur. Bunlarda hortum veya çene bulunmaz, bazen bunların izine rastlanılabilir. Barsak keseleri yoktur. Damar sistemleri oluşmaz. Testisleri çok sayıda olur, ama segmental olarak sıralanmaz. Spermatoforları aracılığıyla döllenirler. Etçil sülüklerdir. Asıl tatlı sularda yaşamakla beraber, yarı karasal formları da vardır. Bu dizide Erpobdella octoculata ve Nephelopsis obscura olmak üzere iki önemli tür bulunmaktadır. (Davies, 1991; Sağlam ve Sarıeyyüpoğlu, 1998). (Barnes, 1974; Çağlar, 1973; Davies, 1991; Kaestner, 1967; Sawyer, 1986).

SONUÇ
Yeryüzünde yaşayan çok sayıda sülük türü vardır. Bunların bir kısmı omurgalılarda, diğer bir kısmı da omurgasız canlılarda paraziter etki göstermektedir. Sülükler sulara bağımlı olmakla beraber, karasal ve yarı karasal formları da bulunmaktadır. Sularda saldırdıkları canlıların başında balıklar gelmektedir. Sülükleren paraziter etkileri yanında tıbbi önemleri de bulunmaktadır. Eski dönemlerde olduğu gibi, günümüzde de tam kontrollü laboratuvarlarda steril şartlar altında üretilen sülükler modern tıbda kullanılmaktadır. Modern tıbta sülük (H. medicinalis) ya olduğu gibi canlı olarak veya bunlardan elde edilen ilaçlardan yararlanılarak kullanılmaktadır. Sülüklerin üretilmesi çok zor olduğundan ve kültür şartlarında istenilen düzeyde bol miktarda üretilememeleri nedeniyle doğadan toplanmaları tercih edilmektedir. Doğadan ticari amaçla sülüklerin aşırı toplanmaları ise bunların neslini tehlikeye düşürmüştür. Uluslararası CITES sözleşmesiyle de sülükler neslinin devamı için koruma altına alınmıştır ve bu amaçla sülük ihracatı yapan ülkelere kota uygulaması getirilmiştir. Ancak bazı sülük tüccarları sülük üretimi ve yetiştiriciliği yapıyoruz diyerek doğadan topladıkları sülükleri doğal sülük üreme alanlarına stoklayıp, bu kotayı delmenin yollarını aramaktadırlar. CITES sözleşmesiyle sadece tıbbi sülük, Hirudo medicinalis 'in nesli koruma altına alındığından bazı firmalar yurt dışına solucan ihraç ediyoruz diyerek de kotayı delebilirler. Bu olumsuzlukları önleyebilmek, bu ürünün neslini koruyabilmek ve yurdumuza devamlı bir gelir kaynağı oluşturabilmek için hem sülüğe dayalı ilaç sanayisinin ülkemizde kurulmasını sağlamalı, hemde yapılan ihracatlarda ve sülük yetiştiriciliğinde bilimsel anlamda sıkı bir denetim ve kontrol mekanizması oluşturulmalıdır.
6. KAYNAKLAR
Anon. 1996a. Nesli Tehlikede olan Yabani Hayvan ve Bitki Türlerinin Uluslar arası Ticaretine Ilişkin Sözleşme. 20 Haziran 1996 tarih ve 22672 Sayılı Resmi Gazete s. 16-115. Ankara
Anon. 1996b. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Denizlerde ve Içsularda Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığını Düzenleyen 30/1 Numaralı Sirküler. 27 Şubat 1996 Tarih ve 22564 Sayılı Resmi Gazete. (Ayrı basım). s. 72.
Anon. 1997. Tarım ve Köyişleri Bakanlığı, Denizlerde ve Içsularda Ticari Amaçlı Su Ürünleri Avcılığını Düzenleyen 31/1 Numaralı Sirküler. 09 Mart 1997 Tarih ve 22928 Sayılı Resmi Gazete. (Ayrı basım). s. 62.
Barnes, R. D. 1974. Invertebrate Zoology, W.B. Saunders Company, pp. 233-316.Philadelphia, Washington.
Brown, Jr. F. A. 1967. Selected Invertebrate Types. John Wiley and Sons. Inc.pp. 271-317. New York. London-Sydney.
Çağlar, M. 1973. Omurgasız Hayvanlar. I.Ü. Yay. Sayı:1803, Fen Fak. Sayı: 115, 1. Kısım, 2. Baskı. Fen Fak Basımevi. s. 419. Istanbul.
Çetin, E. T., Anığ, Ö., Töreci, K. 1985. Tıbbi Parazitoloji. 4.Baskı, Yayın No: 15. Bayda Basım Yayın Dağıtım A.Ş. s. 528. Istanbul.
Davıes, R.W. 1991. Annelida, Leeches, Polychaetes and Acanthobdellids. Ecology and Classification of Nort American Freshwater Invertebrate. pp. 437-479. Canada.
Demirsoy, A. 1982. Yaşamın Temel Kuralları. H.Ü.Yayınları. Cilt: 158. s. 139-158.Ankara.
Dogiel, V.A., Petrushevski, G. K., Polyanski, Yu.I. 1970. Parasitology of Fishes. Marine Laboratory by T.F.H. p. 384. Aberden.
Ekingen, G., (1983), Tatlı Su Balık Parazitleri, Fırat Üniv., Su Ürünleri Yüksek Okulu Yayınları No: 1, Fırat Üniv. Basımevi, s. 253, Elazığ.
Geldiay, R., Geldiay, S. 1991. Genel Zooloji. E.Ü. Basımevi. s. 453. Bornova, Izmir.
Halton, C.M.1989. Those Amazing Leeches. Dillon Press. Inc.p. 120. Minneapolis,Minnesota.
Kaestner, A. 1967. Invertebrate Zoology. Volume I. Interscience Publishers. A Division of John Wiley and Sons. p. 597. New York, London, Sydney.
Karol,S., Ayvalı, C., Güven, T., Suludere, Z. 1982. Zooloji. Modern Matematik ve Fen Kitapları: 129. Milli Eğitim Basımevi. s. 618. Istanbul.
Kruse, P., Steinhagen, D., Korting, W. 1989. Development of Trypanoplasma borreli (Mastigophora: Kinetoplastida) in the Leech Vector Piscicola geometra and its Infectivity for the common carp, Cyprinus carpio. J. Parasitol., 75; 4, 527-530.U.S.A.
Meyer, F.P. 1966. Parasites of Freshwater Fishes, IV. Miscellaneous. 6. Parasites of Catfishes. p. 7. Washington.
Moore, J.p. 1959. Laboratory Care of Leeches. Culture Metods for Invertebrate Animals. Dover Publication Inc. pp. 201-204. New York.
Sağlam, N. ve Sarıeyyüpoğlu, M. 1998. Tatlısu Sülüğü (Nephelopsis obscura)'nün Biyolojisi, Morfolojisi, Bazı Kimyasal Maddelerle Kontrolü ve Alabalığa (Oncorhynchus mykiss) Olan Etkisi. F.Ü. Fen ve Müh. Bilimleri Dergisi, 10(2), 105-123. Elazığ. (Doktara Tezinden Özetlenmiştir).
Sağlam, N. 1998a. Hirudo medicinalis (L., 1758) ile Gökkuşağı Alabalığı (Oncorhynchus mykiss) Arasındaki İlişkinin Deneysel İncelenmesi. 111. Su Ürünleri Sempozyumu, 10-12 Haziran. s. 559-563. Erzuru

 

SÜLÜKLERİN BAKIMI
Sülüklerin bakımında sakınılması gereken iki önemli husus vardır. Bunlardan biri suyun sıcaklığı diğeri ise suyun klorlanmamış olmasıdır.
Su : Sülükler alınır alınmaz yeni bir suyun içine aktarılmalıdır. Lütfen klorlanmamış su veya şişe suyu kullanınız. Çeşme suyu kullanmayınız.

 

GÜN AŞIRI SÜLÜKLERİN SUYUNU DEĞİŞTİRİNİZ !

Sıcaklık : Sülüklerin yaşadığı suyun sıcaklığını (16-20 C ) de tutmaya özen gösteriniz.
(24 C ) üzerindeki sıcaklıklardan sakınınız. Gün ışığıyla direk temasından kaçınınız. Sülükleri bir Kavanozdan diğer bir kavanoza aktarırken ani su sıcaklık değişiklerinden kaçınınız.

Kavanoz : Gördükleri en küçük boşluktan geçe bilmesini sağlayan omurgasız yapıları sebebiyle kapaklı bir kavanoz seçmeniz önerilir. Lütfen 1lt kavanozda 50 adetten fazla sülük muhafaza etmeyiniz.
İmha Edilmesi : Sülükleri kullandıktan sonra içinde %70 alkol bulunan kavanozda bekletilerek imha edilmelidir.
Yalanın meşru sayıldığı, yalancılığın meslek edinildiği bir dönemden geçiyoruz. Adamın birine, görülmekte olan bir davası için yalancı şahit gerekmiş. Kimileri aradığı yalancı şahidi, yalancılar kahvesinde bulabileceğini söyleyince, doğruca yalancılar kahvesinin yolunu tutmuş…

Yalancılar kahvelerinde her konu için uzmanlaşmış yalancılar olduğundan, bu adam, alacak verecek meselelerinde profesyonel yalancıların olduğu kahveye girmiş…

Girer girmez biri adama ‘Abi şe..siz size daha borcunu ödemedi mi?’ diye çıkışmış. Adam, ‘hayır borçlu olan benim’ deyince, bu kez ‘abi şe..size kaç defa ödeyeceksin?’ demiş.

Yalan ve hile sorunu günümüzde birçok sektör için geçerli olmakla birlikte konumuzun gıda olması hasebiyle, gıda sektöründeki yalanlar, -bu tür kahvehanelerde geliştirilmediğine göre- acaba kimler tarafından niçin geliştirilmiştir ve bu alanlar nelerdir?

Satın alınan ürünlerin etiketlerinde, çarşı pazarda ve bazı uzmanların(!) dilinde aşağıdaki ifadeleri sıkça okur veya duyarız. Peki, bunlar ne anlama gelir?

Ürünün üzerinde “yüzde yüz yerli” yazıyor, içindekileri okuyorsunuz, neredeyse Türkçe kelime yok. İçindekilerin çoğu ithal malzemeler…

Karton kutu veya seleye/sepete samanı koyup, üstüne de “köy yumurtası” yazdın mı, işte sana yersen(!) köy yumurtası? Sanki köyde tavuk kaldı da! Bir de köyde ne kadar çok yumurta üretiliyormuş ki, artık her satanın sattığı köy yumurtası…

Ürünün içindekiler kısmına bakıyorsun, “yenilebilir jelâtin” yazıyor. Bir de yanında “Ürünlerimizde domuz yağı ve domuzdan elde edilen hiçbir katkı maddesi yoktur” ibaresi gözümüze sokarcasına not ediliyor. Oysa Türkiye’de 1 gr bile jelâtin üretilmez. DTM verilerine göre; Türkiye jelâtini 16’sı batılı, toplam 17 ülkeden ithal ediyor. Dünyada jelâtinin yüzde 70’i domuz derisinden üretilir. Geriye kalan yüzde 30’un ise helâl kesim olduğunun hiçbir garantisi zaten yok. Okumaya devam ediyorsunuz ve üründe “mono digliserit” içeriğini görüyorsunuz. Ne garip ki, çoğu kez buda domuzdan elde edilir...

Bazı ekmek yapımında İngilizce kısaltıcı anlamında “shortening/yağ” ifadesini görürüz. Unlu mâmullerde dünya gıda literatürüne de bu isimle geçen ‘shortening/unlu mâmul yağları’ kullanılır. Bununda en ucuzu ve yaygın olanı, “domuz iç yağı ve kuyruk yağı” (lard) olanıdır. Ekmek satışları çoğunlukla etiketsiz olduğu için, alırken kimse en çok tüketilen gıda maddesinin içeriğini zaten öğrenemez…

Hikmetinden sual olunmaz, her nedense dünyada üretilen her şeyin helâli(!), hiçbir denetimin olmadığı, olsa bile menşeinin ne devletin, ne de tüketicinin umurunda olmadığı ülkemize -bir yolunu bulup- geliyor demek ki?

Artık her üründe ‘domuz içermez’ uyarısı “alkol ve türevi katkılar içermez” uyarısıyla birlikte bulunuyor. Tavuktan gazoza, bazı tatlılardan kolaya, meyve sularından enerji içeceklerine kadar pek çok ürüne alkol ekleniyor. Mevzuat hazretlerinin izin verdiği ürünlere alkol eklenmesi devam ettiği halde, bu klişe yalanda ambalajlara not edilmeye devam ediyor…

Bazı yalanlar da var ki; gerçeğini yazsalar çoğu insan bu ürünleri satın almayacak. İşte bunlardan bir kaçı…

Margarin yerine “hidrojenize bitkisel yağ”, dikkat ishal olabilirsiniz yerine “laksatif etki” yazılmalı ki, gönül rahatlığıyla alıp tüketelim.

Fenilalanin vücut için gereklidir. Bu ihtiyaç, proteinli gıdalardan sağlanır. Ancak endüstriyel ürünlerle alınan fenilalanin, -bir amino asidin metobolize edilemeyerek- kanda ve diğer vücut sıvılarında artarak çocuğun gelişmekte olan beynini harap edip, Türkiye’de yaygın görülen ileri derecede zeka özürlü (fenilketonüri) olmasına neden olduğu iddia edilir. Bu soruna ise, çoğunluğu -son günlerin en tartışmalı ürünü olan- mısırdan elde edilen früktoz, glikoz gibi şekerler ile aspartam, sakkarin gibi tatlandırıcıların yol açtığı belirtiliyor. Bu tatlandırıcıları içeren ürünlerin kullanıldığı endüstriyel gıdalarda ‘fenilalanin içerir’ uyarısı yer alır. Peki, ürünlerin ambalajında ‘fenilalanin içerir’ yerine; ‘şişmanlığa, diyabete, kansere neden olabilir’ denilse, alır mıydınız? Siz almazsanız kapitalist endüstri bunu kime satardı? Ekonomik istikrar bozulacağına, sizin sağlığınız bozulsa kıyamet mi kopar? Bir iki cazgırlık yapıp, susarsınız nasılsa…

Şeker hastasısınız ve doktorunuz reçetenize tatlandırıcı yazdı. Baktınız ki aspartam, sakkarin veya bir benzeriymiş… Oysa aspartam; yüzde 40 oranında sinirsel bir uyarıcı olan aspartik asit, yüzde 50 oranında beyin için zararlı fenilalanin ve yüzde 10 oranında da metil alkol içerir. Evet, yanlış duymadınız, metil alkol yani kanserojen ispirto... Bu üründe de, “alkol içermez yazıyor”du değil mi?

Güya ülkemizde, bebeklerin ürünlerine GDO’lu ürün eklemek yasak(!) ya… Ama bir bakın, Bebe… diye devam eden markanın -6 aylık bebekler için gerekli- diye pazarladığı gereksiz bebek ürününün etiketinde “modifiye mısır nişastası” yazıyor. Sadece onda mı? Ketçaplar, soslar, çorbalar, çikolatalar vs’lerde de rastlıyoruz aynı ifadeye… Peki, “modifiye” ne demek? ‘Yok canım değildir!’ Tam da tahmin ettiğiniz gibi, yani GDO’lu demek.

Devletin kurumu Çaykur bile, kimyasal gübrelerle yetiştirilen ve fermante edilen çayların ambalajına “doğal” yazıyor. Üstüne üstlük bir de üç-dört katına “organik” dediği çayı satıyor. TDK’nın sözlüğüne baktığınızda ‘organik, natürel, doğal, tabiî’ kelimeleri aynı anlama geliyor. Yani bu kelimeler, ‘tabiî’ kelimesinin yerine uydurulmuş. Peki, hangisi doğru ‘organik mi, doğal mı?’ Natürel, doğal, organik masalını devlet yaparda, özel sektör geri durur mu?

Pazarda herkes “tarla domatesi bunlar” diye bağırıyor. Neredeyse her üründe doğal, natürel ve şimdi de organik... Bakalım ardından ne gelecek?
-
Bazı reklamları hatırlayın… “Anne sütü kadar değerli” ve “fındık ye aynısı” gibi bilinçaltını yöneten şeytanca cümleler…

Süt, UHT ve pastörize edildiğinde, sindirim ve emilmesi gerekli olan laktaz, galaktaz, fosfataz gibi bazı faydalı enzimlerin yok olmasına neden olur. Pastörize ve UHT sütü sindirebilmek için zorlanan pankreasın kanser/hasar görmesine rağmen, hâlâ birileri bu ürünleri önerir. “Normal süt”ü ise “sokak sütü” olarak küçümser…

Neredeyse her üründe “doğala özdeş aroma” ifadesini görürüz. Kimisi ise “Yapay aroma içermez, doğala özdeş aroma” gibi ifadeler koyuyor. Demek ki yapay yani kimyasal aromada kullanılıyormuş… Peki “doğala özdeş aroma” ne demek? Mesela ürün çilek, fındık, kayısı, şeftali vs aromalarından birini içersin ve üzerinde de “doğala özdeş aroma” yazsın… Peki bu özdeş aroma yanında ifade edildiği gibi doğal mı?

Bir üründen aroma elde etmek her zaman ekonomik olmadığı gibi çok da pahalı olabilir. Ama aromanın, illaki adı geçen meyveden olması gerekmiyor. Bakteri, mantar gibi organizmalar, devasa tanklarda fermante edilip, ‘özdeş aroma’ elde edilir… Fizyoterapist Oğuzhan Söylemez’e göre; bu şekilde 1 kilo özdeş şeftali aroması elde etmek, hem 20 kat daha ucuz, hem de tadı daha keskin...

İşte doğala özdeş denilen meyve aromalarından bazılarının kaynağı:
Sporobolomyces odorus/mantardan doğala özdeş şeftali aroması,
Trichoderma viride/yermantarından doğala özdeş Hindistancevizi aroması,
Trametes odorata/ağaç mantarından doğala özdeş bal aroması,
Bacilus subtilis ve Corynebacterium glutamicum/mikroptan doğala özdeş fındık aroması.

Lütfen “devlet bunlara neden müsaade ediyor” gibi soruları artık sormayınız. Bu devlet, 1923’lerden bu yana kendisi sigara ve içki üretip satar. Hatta yıllarca askerine sigara parası verir. Aynı devlet, hâlâ “milli piyango”, “spor toto” vs resmi kumarlarla yurttaşını soyar.

Kul hakkının önemli ölçüde tedavülden kaldırıldığı günümüzde, tüccarların önemli bir kısmı için Hz Peygamber s.a.v.’in, aşağıdaki Hadis-i Şerif’i nasıl bir anlam taşıdığına, bu hilelere müracaat edenler karar vermeli elbette. Ancak bizler de bu tür hileli ürünleri almaya devam edersek, aldatılmayı hak edip, aldatanları da teşvik etmiş olmaz mıyız?

Hz. Ebu Hureyre r.a. anlatıyor: "Rasülullah s.a.v. çarşıda bir yiyecek yığınına rastlayınca, elini yığına daldırıp çıkardı. Parmaklarına rutubet bulaştı.

Rasülullah s.a.v., satıcıya: ‘Ey satıcı nedir bu?’ diye çıkıştı.
Satıcı: ‘Ey Allah'ın Resulü, yağmur ıslattı’, deyince;
Rasülullah: ‘Bu ıslaklığı üste getirip, herkesin görmesini sağlasaydın ya? Kim bizi aldatırsa, o bizden değildir’ buyurdu. (Buhari, Müslim, Ebu Dâvud ve Tirmizî…)

İşte bunlar ve çok daha fazlasını, oldukça hacimli bir eserde topladık. Bununla da yetinmeyerek, “iyi ama ne yemeli ve nasıl temin etmeli”yi de izaha çalıştık. Uzun bir çabanın ürünü olan “ŞEYTAN YE DİYOR! İnsan ne yemeli ne yememeli?” kitabı, Mart başında kitap satılan yerlerde bulunabilecek.
Kemal Özer
Eskiden insanlar da, hayvanlar da, bitkiler de topraktan beslenirdi, artık böyle değil. Hayvanların çoğu toprak yüzü görmeden hayata veda ediyor. Bu durum, şehirde yaşayan çoğu insan içinde geçerli.
Bitkilerse şimdilik önemli ölçüde toprakta yeşerse de, besinlerini topraktan değil, kimyasallardan alıyor. Amerika ve Japonya gibi ülkelerde fabrika tarımına çoktan geçildi. Dev cam fanuslarda topraksız tarım ürünleri yetiştiriliyor. Gereksinimleri dijital cihazlarca petrokimya ürünlerinden sağlanıyor.

Oysa sığırlar, koyunlar, keçiler ve develer hatta tavuklar sadece ot/tahıl yemek üzere yaratılmışlar. Artık onlar envai tür bitkinin olduğu meralarda değil, hayvan hapishanelerinde GDO’lu soya ve mısırlar ve hayvan atıkları yemeye mahkûmlar.

Dili olsa da konuşsalar, failleri için hayırlı hiçbir cümle söylemezler. İsteseler de örtemezler bu zulmü.

Son günlerde Avrupa 30’dan fazla insanını, ‘e-koli bakterisi’ (EHEC veya Enterohemorajik coli)’ne kurban verdi. Binlercesi de tedavi altında.

Alman makamları, bakterinin, İspanya’dan gelen tarım ürünlerinden bulaştığını iddia etti. Avrupa’da sebze meyve tüketimini durma noktasına getiren bu açıklama, İspanya’yı milyarlarca euro zarara uğrattı.

Almanya’nın ilk açıklaması çokta haksız değil. Çünkü E-koli sadece hayvanlarda görülen bir bakteri değil, bitkisel ürünlerde de görülebilir.

Uzmanlar, mısırla beslenen hayvanların bağırsaklarının adeta bir e-koli deposu olduğunda hemfikirler. Hayvanlar otlar yerine mısırla beslenmeye devam ettiği müddetçe, e-koli sayısız insanın yaşamına mâl olacak.

E-koli bakterisi taşıyan hayvanların gübreleri, bakterinin tarlaya ulaşmasını sağlıyor. Son gelişme gösterdi ki, durum bununla da sınırlı değil.

Birkaç yıl önce, başta ABD olmak üzere çok sayıda ülkede hamburger yiyen bazı çocuk ve kadınlar aniden ölmüştü. Olay çarçabuk örtbas edilmişti.

Bu kez durum bambaşka. Alman Tarım Bakanı Gert Hahne, salgının nedeninin ‘GDO’lu soyalar’ olduğunu söyledi. Bu açıklama, GDO konusunda bir milat.

Bir başka itiraf ise Conservative Critics blogundan geldi. Bloğa göre, benzer bir olay 2 yıl önce California’da yaşanmıştı. GDO’lu gıdalardan yiyen yüzlerce kişi ölmüştü. Neden, yine e-koliydi. Ancak, GDO endüstrisini korumak amacıyla olay kapatıldı.

E-Koli; mide bağırsak enfeksiyonu, böbrek yetmezliği hatta ölüme yol açan bir bakteri.

GDO’cular E-koli’yi, genetiği değiştirilmiş DNA’nın klonlanması için kullanıyor. Genetik değişiklik sürecinde mutasyona uğrayan bakteri, çok daha tehlikeli bir boyut kazanmış durumda. Alman makamlarına göre, mutasyona uğrayan yeni e-koli bakterisinin tespiti hiç de kolay değil.

Geçtiğimiz yıl Türkiye’de, Burger King’e et sağlayan bir firmanın etlerinde e-koli bakterisi tespit edildiği ve bu durumun Tarım Bakanlığı’nca kamuoyundan gizlendiği ortaya çıkmıştı. E-koli taşıyan tonlarca etin akıbeti hâlâ meçhul.

Endüstriyel tesislerde, binlerce hayvanın etleri aynı potada karıştırılarak üretim yapılır. Bu da bakteri veya virüs taşıyan herhangi bir hayvanın etinin, bakteri veya virüsün her şeye bulaşmasını sağlıyor.

Gıda endüstrisi bu ölümcül bakterilerden kurtulmak için çoğu kez, bir başka ölümcül maddeye yani amonyağa müracaat ediyor. Kısacası şirket çıkarı, insanlığa ölümlerden ölüm seçenekleri sunuyor.

Batıdaki gelişmeleri Bakan Zafer Çağlayan, ürün güvenliği konusunda yoğun bir çalışma yaptıklarını söyleyip ekliyor; “Türkiye açısından, bizim salatalığımız açısından böyle bir şey yok. İhracatımız açısından da olumsuz bir şey yok.” Ah! Her şey keşke bizimkilerin iddia ettiği kadar basit olsa. Oysa değil…

Batıda kol gezen bu ölümcül virüs ve bakteriler, Türkiye’yi sevmiyor mu ki de bize pek uğramıyorlar? Bizim eli ve dili sopalı devlet yetkililerini gören virüs ve bakterilerin ne işi olur ki bu ülkede, öyle değil mi?

‘Var mı yok mu?’ derseniz, ben olmadığına asla inanmam. En sıkı denetimlerin yapıldığı Almanya’da olacak da bizde olmayacak! Olmaması için mucize bile yetersiz kalır. Olsa da, bu ülke de asla bu tür bilgiler kamuoyu ile paylaşılmaz.

Çünkü bu ülkede ‘ekonomi zarar görmesin’ mantığı tavan yapmış. Önemli olan insanın zarar görmemesi değil, ekonominin zarar görmemesi. Ne yazık ki, anlayış bu!

Ukrayna’dan zehirli yağ sevk edilir, bizim Bakanlık açıklama yapar: ‘Bizde yok.’ Rusya, ‘ürünlerinizde yüksek oranda pestisit var’ diye geri gönderir, bizim Bakanlık yalanlar, ama gizliden pestisitli ürün gönderen üreticiye ceza keser ve savcılığa sevk eder. Fransa ‘Türk domateslerinde ‘hepatit virüsü’ bulundu’ diye gümrükten çevirir. Bizim Bakanlık, sumen altı yapar.

Etlerde ölümcül e-koli görülür, kimse duymasın diye gizlerler. Şirketler insanları zehirler, ‘ticari sır’ maskarasıyla üstünü kapatırlar. E-koli batıyı kasıp kavurur ama bize uğramaz. Bizde mantık bu…

Türkiye tüm gerçekleri gizlese de, öyle anlaşılıyor ki, insanlık önü alınmaz bir canavarla karşı karşıya. Emin olun, insan yine kendini yiyen yeni canavarı üretmeyi başardı.
Kemal özer
‘Hangi katkı maddeleri sağlıklı, hangileri sağlıksız?’ ‘Hangileri tüketilebilir, hangileri tüketilemez?’ diye devam eden sorularla karşılaşıyoruz.

Bir zamanlar bizde bu katkı maddesi işiyle epey uğraşarak tanzim etmeye çalışmıştık. Sağlık ve Gıda Güvenliği Hareketi’ni kurduğumuzda bu mesele bir projeye dönüşmüştü.

Projeye göre katkı maddelerini bitkisel, hayvansal ve kimyasal olarak tasnif ettik. Gıda Mühendisi olmasına karşın ilahiyat okuyan Nuray Özçelik kardeşimiz, katkı maddelerinin türü, menşei, zararları ile ilgili araştırma görevini üstlendi.

Projeye göre, mobil aletler için geliştirdiğimiz bir yazılımla her şeyi kolayca inceleyebilecektik. Bunun için yazılım geliştirildi. Nuray Hanım ise iki yıl araştırıp, katkı maddelerini inceledi. Her şey bitti ama biz projeden vazgeçtik.

Çünkü hata ettiğimizi anlamak için 3 yıl zaman geçmesi ve çok sayıda kaynağı taramamız gerekiyormuş.

Bu vesileyle kaynakları taradık, iyi de oldu. Eriştiğimiz sonuç; doğrusu hem memnuniyet verici, hem de kahredici oldu.

Memnuniyet verici, çünkü toplumu hataya sevk etmemiş olduk. Kahredici, çünkü bu kadar kötü bir manzara ile karşılaşacağımızı tahmin bile etmemiştik.

Önce zannediyorduk ki, bir katkı maddesi bitkisel ise “tüketilebilirdi” Oysa hiç de öyle değilmiş ve endüstri bize, zehri bal diye yutturuyormuş.

Hayvansal denildiğinde, Müslüman bir kimsenin aklına hemen ‘sakın domuz olmasın’ veya ‘sığır mı, domuz mu’ gibi sorular gelir. Hassas Müslüman ilave olarak ‘bu hayvan helal kesim mi’ diye sorar.

Eğitilmiş Müslüman zihin ise bütün bunlara ilaveten ‘bu hayvan Kur’an-ı Kerim’in ‘helal ve temiz’ kuralına uygun mu?’ sorusunun cevabını da arar.

Kimyasal yani suni olanlara ise ‘doğala özdeş’ şeklinde bir palavra ekledikleri için, ehli ve hassas olanları hariç, pek çok kimse tedirgin olmuyor. ‘Sağlıksız olsa, devlet izin vermez’ der çoğu kimse ve umursamadan körpe bedenlere bile olanca zehri yükler. Sonra da ‘neden hastalandı yavrum? Oysa ona çok da iyi bakmıştım’ diye dövünür.

Bitkisel olanlara gelince, hemen hepimizin zihninde tabiat canlanıyor. Hep birden gözümüzün önüne, bitkilerin o güzelim tabii halleri geliyor.

Oysa durum hiç de öyle değil. Siz hiçbir ürünün etiketinde ‘margarin’ yazdığını gördünüz mü? Ben görmedim. Oysa margarin olduğu halde ‘bitkisel yağ’ yazdığını görürüz. Ne güzel değil mi? Bitkisel yağ…

Artık margarin konusunda bir tek kelime bile yazarak, zaman ve kelime israfına gerek yok.

Bugün gıda katkı maddeleri; üretim maliyetlerini azaltmak, bozulmayı geciktirerek raf ömrünü uzatmak, tadı artırmak ve değiştirmek, cezp edici kılmak, berraklaştırmak ve rengini güzelleştirmek, hacmini artırmak, karışımı sağlamak vs. vs. gibi amaçlarla ölçüsüzce kullanılır.

Raftan beslenen herkes, üstelik yeni doğmuş veya daha anne karnındaki bir bebek bile, her gün bu katkı maddelerinin envai türüne maruz kalır.

Prof Dr Earl Mindell’e göre, bunların “pek çoğu zararlı, hiçbiri tehlikesiz değil!”

Bizim ‘ortodoks/modern eğitim’ almış taifeye göre ‘referans kurum’, bağımsız ve objektif kitlelere göre ‘güvenilmez’, bize göre ise ‘beş para etmez’ şeytani bir kuruluş olan, Amerikan Gıda ve İlaç İdaresi FDA’nın, katkı maddelerine yönelik GRAS yani ‘güven’ sıralaması var.

Ne üzücüdür ki, FDA’nın GRAS sıralamasına giren bir katkı maddesinin onay almasına gerek yoktur ve hiçbir sınırlama olmaksızın piyasada ölçüsüzce kullanılır. Batı Pasifik Üniversitesi’nden Dr Mindell, ‘güvenli’ diye piyasada dolaşan 20 katkı maddesini inceleyip, “Earl’ün en korkunç 20’si” diyerek listeliyor.

Birinci sırada yer alan ‘akasya zamkı’ hafif kullanıldığında, askım krizine, döküntülere yol açar, hamile hayvan deneylerinde ölümlere neden olur.

Alginik asit, hamilelerde anormal fetüs gelişimine yol açar.

Beyaz unda katılaşmayı, diş macununda parlatmayı, peynirde erimeyi sağlayıcı gibi çok amaçlı kullanılan alüminyum, hafıza problemlerine, yaşlılık bunamasına, alzheimere, ağız ülserine, böbrek sorunlarına neden olur.

Yiyecek ve içeceklerde çok yaygın ve aşırı derece kullanılan gıda boyaları, çocuklarda hiperaktiviteye, öğrenme zorluğuna, alerjiye neden olur.

Pek çok üründe kullanılan benzaldehit, bazı kimselerde depresyona neden olur. Bir not: Sağlık Bakanlığı’nın bayram sırasında açıkladığı Türkiye'nin psikoloji haritasına göre; 5 kişiden birinin ruhsal sorunu var ve her 10 çocuktan biri klinik düzeyde psikolojik soruna dahip.

Jölelerden reçellere, margarinlerden içeceklere kadar pek çok üründe yaygın kullanılan benzoik asit; deri dökülmelerine, mide ve barsak sorunlarına, hiperaktiviteye neden olur.

BHA veya BHT; karaciğer ve böbrek hasarlarına, çocuklarda davranış bozukluklarına ve bağışıklık sistemi zafiyetine neden olur.

Genellikle BTH ve BHA ile birlikte kullanılan bir diğer katkı ise propil gallattır. Mide bağırsak rahatsızlıklarıyla, böbrek ve karaciğer sorunlarına neden olur.

Sukroz asetat izobütirat (E444)’ın bitkisel kökenli yağların üretiminde bromine edici olarak kullanımına Türk Gıda Kodeksi izin veriyor. Bromine edilmiş bitkisel yağlar, doğum kusurları ve çocuklarda büyüme problemlerine yol açabiliyor.

Ürünlerde yoğunlaştırıcı olarak kullanılan carregeenan; kolite, ülseratif kolite ve kansere yol açar.

Asit tuzları; deride kızarıklıklara, böbrek hasarlarına, mide ve bağırsak bozukluklarına, mineral dengesizliklerine neden olur.

Hidrolize bitkisel proteinler çok miktarda zararlı MSG tuzu içerirler ve bebeklerin beyin ve sinir sistemi hasarlarına yol açarlar.

Artık hemen her şeyde görmeye başladığımız, ‘Çin tuzu’ diye de bilinen ‘monosodyum glutamat’ yani MSG, kalp ritmi düzensizliği, baş ağrıları, kas güçsüzlüğü, bulantı, yüksek kan basıncı, kaşıntı, alerji gibi çok sayıda soruna neden olabilir.

Katkılı ekmeklere, kahvaltılık gevreklere eklenen ‘ferik pirofosphat, ferik soydum pirofosphat, ferröz laktat’ gibi demir tuzları; kalp krizine, hamile ve ülserli kişilerde başkaca toksik etkiye neden olabilir.

Hemen her üründe gördüğümüz soya, mısır, yer fıstığı gibi ürünler ile hınzır gibi hayvanlardan elde edilen monogliseritler ve digliseritler, asetile monogliseritler ve digliseritler çok kimse de alerjiye neden olurlar.

Gıda zehirlenmelerini önlediği gerekçesiyle pek çok ürüne eklenen nitratlar, mide kanserine neden olur.

Meyve, sebzelerin daha uzun süre dayanmalarını sağlamak ve parlak göstermek için eklenen koruyucu parafin, aynı zamanda şekerleri parlak göstermek, nem kaybını önlemek ve bozulmayı geciktirmek için gıda görünümlü ürünlerde yaygın olarak kullanılan bir nevi mumdur. Meyve veya sebzenin dışına sürüldüğünde, bundan yıkayarak bile kurtulmak imkânsız. Kabuğunu soymakta çare değildir. Bunların ne zararı mı var? Sıralamaya ne gerek var. Neye yok ki?

Çoğunlukla fırında pişirilen tatlı, pasta, börek türü ürünlerde hatta unlarda kullanılan potasyum bromat; mide, böbrek, sinir sistemi bozukluklarına yol açar hatta kansere…

Sebzelerin rengini koruması başta olmak üzere, gıdaların korunması için kullanılan sülfitler, astım, ağır alerjik reaksiyon ve ölüme yol açabilir.

Katkı maddelerindeki sorunlar böyle devam edip gider ve sonu da gelmez. Bir hayvan veya bitki katkı maddesine dönüşmüşse, o tahminlerimizi zorlayacak kadar işlemden geçerek, bambaşka bir şekil kazanıyor demektir. Bu sırada bünyesinde barınan ne kadar besin varsa yok oluyor, hatta zararlı bir maddeye dönüşüyor.

Yani ‘bitkisellik’ bu işe kaynaklık etmekten başka bir anlam taşımaz hâle geliyor. Tıpkı şarapta olduğu gibi…

Dahası bunlar bir ürüne dönüşürken, üç-beşi, sekiz-onu, on beş-yirmisi aynı anda kullanılarak minik bir kimyasal bombaya dönüşüyor. Ne uğruna? Üreticimizin ürünü bozulmasın, güzel ve hacimli gözüksün… Bizde bu yalanı kolayca yutarak tüketelim ki onlar çok para kazansınlar...

Bu bombaların diğer bombalardan farkı, bizim kendimize gönüllü olarak uygulamamız.

Şimdi kimileri ‘bir Müslüman bu ürünleri nasıl üretir, nasıl satar?’ diye soruyor. Ama iyi de nasıl tüketiri sormuyor. Yine kimileri, ‘bu katkıları içeren ürünlerin üzerlerinde ‘helal’ yazıyor, hatta sertifikalanmış bile’ diye soruyor. Bu sorular çok doğru. Bir Müslüman bunu yapamaz. Ama bugünün “Müslümanları” bunu hem üretiyor, hem de tüketiyor.
Kemal Özer
Son günlerde hekimlerle doktorlar arasında ‘kolesterol’ tartışması yaşanıyor. Hekimler, ‘kolesterol diye bir hastalık yok’ derken, doktorlar ‘hayır, var’ diyorlar. Şimdi herkes merak ediyor: Var mı, yok mu?

Bu tartışmayı bir yüzyıl önce hiç kimse aklından bile geçirmezdi. Fakat ‘satılık hastalıklar’ icat edildikten sonra, artık bunlar sıradan tartışmalar haline geldi.

Bazı odaklara bağımlı medya, ‘horoz dövüşü olsun ve tuttuğumuz taraf kazansın’ diye, yangına tanker gemisiyle benzin taşıyor.

İlaç firmaları adına konuşanlarsa bel altı dalıyorlar. Bu tartışmanın nereye gideceğini merakla takip ederken, doktorlar kümesinin oluşturduğu bir dernek yönetiminin, tartışmanın taraflarından biri olan ve ‘Karatay Diyeti’ adlı kitabıyla tartışmanın odağına oturan Prof. Dr. Canan Efendigil Karatay hoca hakkında kaleme alıp ortalığa saldıkları -bir meslek mensubundan çok, sahibi adına bağıran birinin narası muvacehesindeki- ‘galiz’ metnin, bizi de kapsaması söz hakkı doğurdu.

Basının kendilerine çanak tutan bölümü hakkında tek söz etmeyen, sağlığımızı gasp eden post modern endüstriyel batı tıbbının kurmacalı sözcülerini ciddiye aldığımızdan dolayı değil; bu tür naraların kim adına yapıldığını bildiğimizin bilinmesi ve Ivan Illich’in tabiriyle ‘sağlıkları gasp edilen geniş kitleleri’nde bundan bir nebze haberdâr olmalarının yanı sıra, malum çevrelere de ‘biz, sizin ciğerinizi biliyoruz’ demek…

Söz buraya gelmişken, ilaç tröstleri ve onların sözcülerinin bir kaşık suda boğmaktan büyük zevk alacakları Ivan Illich’in ‘Sağlığın Gaspı’ kitabı, Joanna Moncrieff’in ‘İlaçla Tedavi Efsanesi’, Roy Moynihan & Alan Cassels’in ‘Satılık Hastalıklar’ ile İsmail Tokalak’ın ‘Dünyada Gıda ve İlaç Terörü’ gibi eserlerini herkese, özelde de taşeronlara tavsiye etmek isterim.

Hekim olduğunu düşündüğüm bir profesör arkadaşım sık sık şunları söylerdi: “Ne zaman ilaç firmalarının etkinliklerine katılsam, orada anlatılanlardan sonra bütün servetimi bu ilaçlara verip önüne gelene dağıtmak gelir içimden... Oysa bu hipnozdan ve eşik altı saldırıdan kendimi azade hissedip, gerçekle yüzleşmeye başladığımda ise ‘Allah’ım! Bizi şeytanların şerrinden koru’ diye dua ederim. Bunlar herkesi kontrol altına almışlar ve ne yazık ki sağlımızı tehdit ediyorlar. O ilaçların yan etkilerini bilen doktor, bu büyücülüğü asla yutmaz, ama kimimiz çaresizlikten, kimimiz de o kalıcı hâle getirilen hipnozun etkisiyle, bunları herkese çuval çuval yazıyor…”

Sağlık Bakanlığı, çok geçte olsa çok doğru bir kararla ‘alternatif tıp’ı yasal hâle getirdi. ‘Tıbbın alternatifi olur mu?’ denildi. Eee, söz konusu olan batı tıp endüstrisiyse elbette… Hatta bal gibi olur.

Birçok ülkede eğitimi yapılan ve batı tıbbının korkulu rüyası haline gelen eski tıbba ilk tepkiyi, ilaç firmalarının vermesi beklenirken, tepki yine malum çevrelerin sözcüsü, yılmaz ve iflah olmaz Ak Parti muhalifi ‘Türkiye Doktor Odaları Birliği’nden geldi.

Kolesterol tartışmalarına katılan, geniş bilim çevrelerinin ‘uydurma hastalıklar için geliştirilen uydurma ilaçlar’ dedikleri ilaçları savunan dernek hakkında, yeterli kanaate sahip olmak için sitelerine girip, bir margarin markasını desteklendiklerini, neredeyse tüm faaliyetlerinin altında ilaç firmalarının sponsorluğunu müşahede etmek, haklarındaki gerçeği hiçbir söze yer bırakmayacak kadar açık etmekte.

Yetmiş yaşına gelmiş bir hekimin, elli yılı aşkın deneyiminin birikimi olan bir çalışmada, ilaç firmalarından kendini azade etmeyi başarmış, bağımsız bilim otoritelerinin çalışmalarını da kaynak edinerek, iddia edilen hastalığın olmadığını, bu nedenle de bu ilaçları kullanmak yerine, sağlıklı beslenmeyi önermesi kimilerini çok kızdırmış…

Öfkelenenlerin, ilaç firmaları yerine, bir avuç doktorun olmasını, bu ferasetli toplum çok iyi anlamış olmalı ki, kendinden bekleneni yapıp, bir eli yağda öbür eli baldaki azınlığın eleştirilerine rağmen kitaba rağbetini artırmış…

Eskilerin tabiriyle göbekten bağlı oldukları, yeni tabirle de DNA’larının nereden beslendiğini çok iyi tanıdığımız, dahası genetik olarak nereye bağlı olduklarını bildiğimiz bu malum çevrelerin basın açıklamalarında; “…destekçisi-yan kuruluşu olan web portalleri” gibi, ima yoluyla da olsa tartışmaları haberleştiren yayın organlarını, yani adımızı da ağızlarına almalarını hoş karşılayacak değiliz.

Ayrıca bu güruh; topluma ‘gıdanızı ilaç, ilacınızı gıda yapın, size dayatılan masallara aldırmayın, sizi ilaç bağımlısı yapmaya çalışanlara kulak asmayın’ çağrılarını yapan alternatif düşünce sahiplerini Sağlık Bakanlığı’na şöyle şikâyet ediyor: ‘Ruhsatlandırdığın ilaçların kullanımını engelleyenler hakkında gereğini yap!’ Yani bu talep, bu gerçek profesörler hakkında ‘işlem yap’ baskısıdır. Unutulmamalı ki, bu çağrı, çıkarcı tıbbın kara mizah listesine giren talihsiz örneklerden sadece biri olmaya mahkûm…

Sağlık Bakanı’nı her fırsatta yerden yere vuran bu çevrelerin, şimdi oradan yardım istemesi de ayrı bir komiklik. Olumlu olumsuz demeden, çalışmaları Ak Parti icraatı olduğu için, Sağlık Bakanlığı’nı tukaka ilan edenler, ola ki geçmiş yergilerimizi hatırlarda bize destek çıkmaz mı kaygısıyla olsa gerek; işi, Sağlık Bakanı’nın yanı sıra, SGK’dan da yardım istemeye kadar götürdüler. Hayırdır beyler bu ne telaş?

Tıp, ilk insanlardan bu yana gerçek hekimler sayesinde tedricen kemale erişmiş. Lakin özellikle 19. yy sonrasında, büyük çoğunluğu maddeperestlerin eline geçen sağlık endüstrisi ne yazık ki, günümüzde toplumları istatistik masalıyla hiç de hak etmedikleri bir mecraya sürüklüyorlar.

Ebu Ubeyd Cüzcânî diyor ki: ‘Tıp yoktu, Hippokrates buldu. Ölmüştü, Galenus diriltti. Kördü, Huneyn bin İshak gözlerini açtı. Dağınıklığını, Râzi toparladı. Eksikliklerini de İbn-i Sina olgunlaştırdı!’

*Başlıktaki cümle: Buradaki övgüden fazlasını hak eden büyük düşünür ve gerçek bir hekim olan İbn-i Sina’ya ait. Peki, bunlar Sina’nın olgunlaştırdığı tıbbı, ticarileştirmekten öte ne yaptılar?

Şayet, ‘tıp denilen şey nedir, gerçek hekimlik nasıldı, merak ediyorum’ diyenler varsa, Prof Fazlurrahman’ın ‘değişim ve kimlik’ alt başlıklı, ‘İslam Geleneğinde Sağlık ve Tıp’ kitabı ile Prof Ali Haydar Bayat’ın, ‘Tıp Tarihi’ eserlerini mutlaka okumalı.

Ayrıca bu alanda verilen savaşları merak edenler, Rachel Carson’un ‘Sessiz Bahar’ adlı muhteşem eserini, Robert N. Proctor’un ‘Kanser Savaşlarını’ hazmederek okumalılar ki, gerçeğin üstündeki tüm kir kaldırılabilsin.

Herkes biliyor ki, gerçek; ne çamur, ne yama, ne kir, ne de başka bir yafta kabul eder. Gerçeğin peşinde koşmak için, temiz bir yürek gerek. Günümüzün değerli hekimlerinin tümünü selamlarken, cesaretleri nedeniyle de Prof Dr Ahmet Aydın, Prof Dr Canan Karatay, Prof Dr Ahmet Rasim Küçükusta hocaları kutlarım.

Gerçeğe saldıranlara son nasihati, El Kindi’ye bırakalım: “Gerçeği, kaynağı ne olursa olsun, öğrenmekten çekinmemeliyiz. Gerçeğin ağırlığını bilenler için hiçbir şey, ondan daha değerli olamaz. Gerçek, kendisinin peşinden koşanların değerini düşürmez.”

Gerçeğin peşinden koşanlara selam olsun!
Kemal Özer
Bazı akademisyenler ile Ankara'daki siyasetçi, bürokratlara sorarsanız herşey yolunda. Yiyin yiyebildiğiniz kadar. Bir sorun çıkarsa -ki çıkar- ilaç veririz, ameliyat ederiz, koşun gayri diye kamu spotları yayınlarız. Ama iyi ki herkes onlar gibi düşünmüyor.
Elazığ’da yapılan bir araştırmada, tezgahta satışa sunulan balıkların yüzde 83’ünün, biriktirdiği ağır metaller nedeniyle tüketime uygun olmadığı belirlendi.

Veteriner Fakültesi Besin Hijyeni ve Teknolojisi Anabilim Dalı öğretim üyesi Yrd. Doç. Osman İrfan İlhak, AA muhabirine yaptığı açıklamada, tezgahta satılan alabalık, sazan, çipura ve levrek balıklardan 15’er adet alarak, içerdikleri kadmiyum, kurşun, bakır, çinko ve demir gibi bazı ağır metallerin miktarını incelendiklerini söyledi.

Araştırmada, Türk Gıda Kodeksi tarafından 2008 yılında yayımlanan ’Gıda maddelerinde belirli bulaşanların maksimum seviyelerinin belirlenmesi hakkında tebliğe’ göre balıkların 1 kilo kas dokusunda en fazla 0,05 miligram bulunması gereken kadmiyum miktarının, alabalık dışındaki balıklarda yüksek çıktığının tespit edildiğini belirten İlhak, ”Bazı sazan balığı örneklerinde 0,25 miligram miktarında rastlanan kadmiyum ortalama olarak çipurada 0,13, levrekte 0,11, sazanda 0,16 miligram olarak tespit edildi. Kadmiyum yönünden tebliğe uygunluk gösteren alabalıkta ise bu miktar 0,03 miligram olarak belirlendi” dedi.

İlhak, tebliğe göre 0,3 miligram olması gereken kurşunun ise bazı örneklerde 1.18 miligrama kadar çıktığını, bu oranın levrekte ortalama 0,75, sazanda 0,38, alabalıkta 0,3, çipurada 0,29 miligram olarak belirlendiğini belirterek, şunları kaydetti: ”Balıkların 1 kilogram kas dokusunda en fazla 20 miligram bulunması gereken bakır ile 50 miligram bulunması gereken çinkonun ise balıklarda kabul edilebilir değerlerde bulunduğunu gördük. Tebliğde balık için herhangi bir miktar belirtilmeyen demir ise çipurada ortalama 1,4, levrekte 3,3, sazanda 12,5, alabalıkta 3 miligram olarak tespit edildi. Örnek olarak alınan 60 balık tekil olarak değerlendirildiğinde balıkların sayı olarak 50’si, oran olarak ise yüzde 83’ünün insan tüketimine uygun olmadığını belirledik.” "

"Çevremizi kirletiyoruz"

Yrd. Doç. Dr. Osman İrfah İlhak, bilinçsiz tarım ilacı kullanma, arıtma tesisi olmayan endüstriyel kuruluşların atıklarını direkt olarak akarsu, kanal veya atmosfere boşaltmaları ve özellikle sanayi bölgelerinde havaya karışan ağır metallerin yağmur, rüzgar, erozyon vasıtasıyla farklı bölgelere taşınarak, kara ve su ortamına karıştığını söyledi.

Suyun, ağır metallerin birikimine en uygun alan olduğunu dile getiren İlhak, özelikle durgun sularda su zeminindeki çamurda önemli miktarlarda ağır metal biriktiğini aktardı.

Örneklerde, özellikle son derece tehlikeli olan kadmiyum oranlarının yüksek çıktığına dikkati çeken İlhak, şöyle devam etti: ”Bu durum, ekolojik olarak çevremizi hızla kirlettiğimizi gösteriyor. Ağır metallerin su ve suda yaşayan canlılardaki dağılımının incelenmesi, çevresel kirliliği gösteren kriterlerden biridir. Kentsel ve endüstriyel atıkların sulara karışması, bu toksik maddelerin ekosisteme girmesine neden olmaktadır. Bunun sonucu olarak akuatik ortam ağır metal yönünden zenginleşmekte, bu kimyasal maddeler suda yaşayan canlılarda birikmektedir. Bu canlıları tükettiğimizde, uzun vadede bu ağır metaller bizim vücudumuzda birikmeye başlamakta ve böbrek, beyin, karaciğer gibi organlarda ve merkezi sinir sisteminde hasardan üreme fonksiyonlarında bozukluğa kadar sağlık problemlerine yol açmaktadır. Sağlık açısından önemli sorunlar oluşturan ağır metal iyonlarının tüm gıda örneklerinde sürekli olarak izlenmesi ve gerekli yasal düzenlemelerin zaman geçirilmeden yapılması gerekmektedir.”

Star
Amerika’da yaptıkları araştırmalarda ürettikleri ilacın yararlı olduğuna dair herhangi bir onay almayan dev ilaç şirketlerinin, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede insanlar üzerinde deney yaptıkları ve Türkiye’de bu deneylerde 893 Türk’ün öldüğünü bildirildi.
Hayvanlar üzerinde gerçekleştirilen ilaç deneyleri tüm dünyada dev kampanyalar yürütülürken Amerika’nın 1 milyonu aşkın tirajlı dergisi Vanity Fair bu yılın Ocak ayındaki sayısında, “Ölümcül ilaçlar” başlığıyla dünyanın dört bir yanında insanlar üzerinde gerçekleşen ilaç deneylerini haber yapmıştı.

Haberde ABD’deki birçok ilaç şirketinin yasalardan kaçınmak ve araştırma maliyetini düşürmek için, insanlarla yapılan deneyleri fakir ülkelere taşıdığı ve bunlardan Türkiye’nin 6’ncı sırada yer aldığı belirtildi.

İngiliz The Independent gazetesi ise dün manşetten yayınladığı haberde, Vanity Fair’in haberindeki en büyük eksikliği giderdi ve bu deneylerde hayatını kaybeden insanların sayısını yayınladı. Independent’in haberine göre Türkiye’de Ocak 2007 - Aralık 2010 tarihleri arasında yapılan ilaç deneylerinde kobay olan binlerce kişiden 893’ü hayatını kaybetti.

Bu rakam Hindistan’da 1700’ü aşarken Meksika’da da 1500’e yakın kobayın öldüğü belirtildi. Gazete, sadece Hindistan’da bir yıl içinde gerçekleşen 1600 klinik deneyde 150 bin kişinin para karşılığı ya da tedavi umuduyla kobay olmayı kabul ettiğini yazdı.

Habere göre, yasaların çok gevşek olduğu Hindistan’da bu kobaylar arasında okul çağındaki genç kızlar da bulunuyordu ve 13 yaşındaki Sarita adlı bir genç kız, ailesinin bilgisi dışında kobay olarak kullanılırken akciğerlerinin iflas etmesi sonucu hayatını kaybetti.

Türkiye dünyada 6’ncı

ABD’deki sıkı denetimler nedeniyle deneylerini ve insanlar üzerindeki klinik testlerini yasaların nispeten daha gevşek olduğu az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelere kaydıran batılı ilaç şirketleri de şöyle sıralandı: Pfizer, Bristol Myers, PPD, Squibb, Amgen, Bayer, Eli Lilly, Quintiles, Merck, KGaA, Sanofi-Aventis, Wyeth. Türkiye klinik deneylerin en fazla yapıldığı 6’ncı ülke.

İlaç şirketleri, Amerika’da yapılan araştırmalar sonucunda ürettikleri ilacın yararlı olduğuna dair herhangi bir onay alamazlarsa, bunların yerine Türkiye, Hindistan, Fas, Romanya, Çin gibi ülkelerde yapılan klinik deneyler yürütüyorlar. Burada denekler daha ucuz ve bilinçsiz olduğu için tehlike olasılığı yüksek ilaçlar bile rahatlıkla test ediliyor, olumsuz sonuçlar alınması halinde daha az sorun yaşanıyor.

Yani yabancı ülkelerdeki Sağlık Bakanlığı’ndan onay alarak yapılsalar da deneklere zarar verme olasıkları daha yüksek olan ilaçlar deneniyor. Türkiye’de şimdiye dek gerçekleştirilen klinik deneylerin sayısı 716’yı buldu. Ancak bu deneylerde en az 10 Türk denek kullanıldığı düşünülürse kobay Türkler’in sayısının 7 binden fazla olduğunu söylemek mümkün. Sadece 2007-2008-2009-2010 yıllarındaki deneylerde 893 kişinin öldüğü düşünülürse olayın dehşeti de artıyor.

‘Canlarına okuruz’

Sağlık Bakanlığı, ABD’li ilaç firmalarının, Türkiye’deki insanlar üzerinde para karşılığında ilaç deneyleri yaptırdığı iddiası üzerine bir açıklama yapmış ve klinik deneylerin hem Sağlık Bakanlığı hem etik kurullar tarafından denetlendiğini, deneklere para verilmesinin de yasak olduğunu belirtmişti.

Yetkililer, etik kurul onayı olmadan yapılan araştırmaların 3 yıla kadar hapisle cezalandırıldığını ifade etti. Bakanlık, “Türkiye bu konunun en sıkı denetlendiği ülkelerden birisi. Ölüm, hastalık olsa canına okuruz” dedi.

‘Türkiye’de rakam binlerce kişiye ulaşır’

İngiltere’nin prestijli gazetelerinden The Independent’in Hindistan’da ilaç firmalarının insan kobaylar üzerindeki deneylerini konu alan haberi ilaç sektörünün yeniden tartışılmasına yol açtı.

Klinik Farmakoloji Derneği Başkanı Prof. Dr. Cankat Tulunay ‘Kobay dehşeti’ne ilişkin şunları ifade etti: “Gönüllü olarak Türkiye’de ilaçlara kobay olan binlerce insan var. İmzaladıkları formlarla ölümle sonuçlanabilen deneylere maruz kalıyorlar. Bundan daha da tehlikelisi hastanın ve hastanın yakınlarının haberi olmadan ilaç şirketleri aracılığıyla doktorlar tarafından gizlice yapılan ilaç araştırmaları.

Örneğin Nijerya’da Pfizer’in gizli yaptığı ve piyasadan kaldırılan Trovan isimli antibiyotik araştırmasında onlarca çocuk öldü. Bu olay dolayısıyla şirket Nijerya hükümeti ve hasta sahiplerine çok yüklü tazminatlar ödedi. Amerika’da FDA uzun yıllar ciddi septik şokta etkili olduğu iddia edilen ve Türkiye’de 20 mg’lı flakonun 2 bin 170 TL’den satılan XIGRIS LILLY firması tarafından piyasadan çekildi.

SGK milyonlarca lirayı bu ilaca döktü. İlaçları denetlemek için kurulan etik kurulunda hiç deneyimi olmayan ve klinik değil ‘veteriner’ farmakologlar var. Tam tersi durumlar da söz konusu örneğin Sanofi-Aventis firması üretimi olan ‘Ketek’ adlı antibiyotik için sahte, kağıt üzerinde araştırmalar yaptı. Bu durum dolayısıyla da çok insan hayatını kaybediyor. Dolayısıyla Türkiye’deki rakam binlerce kişiye ulaşır.”

Vatan

4 yılda 23.607 kişiyi kurban etmişler!

Deney faresi olmaya hazır mısınız?

İlaç devlerinin kullandığı Türk kobaylar konuştu

İlaç devlerinin Türkiye’de dört yıl içerisinde yaptıkları 716 klinik deneyde Türkleri kobay olarak kullandığı yönündeki iddia gündeme bomba gibi düştü. Para için kobaylık yapan üniversite öğrencisi G.Y., “Mecbur kaldım deneklik yapmaya. İş başına 200 ile 300 lira alıyoruz. Birçok öğrenci para için gidiyor” dedi.
16 Kasım 2011 Çarşamba - 09:39

ABD’deki ilaç devlerinin 2007-2010 yılları arasında aralarında Türkiye’nin de bulunduğu birçok ülkede binlerce insanı kobay olarak kullandığı yönündeki dehşet yarattı. Dün İngiliz Independent gazetesinde yayımlanan haberde, sadece Türkiye’de dört yıl içerisinde 716 klinik deney yapıldığı ve bu deneylerde de, Türklerin kobay olarak kullanıldığı 893 araştırmanın gerçekleştirildiği iddia edildi. Haberin ardından Türkiye’deki kobay sorunu bir kez daha gündeme oturdu. VATAN, ‘Türk kobaylar’ın izini sürdü.

Kobay öğrenci

Ege Üniversitesi ARGEFAR İlaç Geliştirme ve Farmakokinetik Araştırma-Uygulama Merkezi Araştırma Kliniği’nde, ilaçların geliştirme ve araştırılmasında kobaylık yapan birçok öğrenci bulunuyor. Sosyoloji Bölümü öğrencisi G.Y. şu zamana kadar iki defa kobaylık yapmış, karşılığında da 300 lira almış: “İlaç denekliği diğer adıyla kobaylık Ege Üniversitesi’nde çok bilinen bir şey ama aleni yapılmıyor. Genellikle arkadaşlarınızdan duyuyorsunuz böyle bir şey olduğunu. Ben de bir arkadaşım vesilesiyle haberdar oldum. Ailemle yaşıyor olmama rağmen mecbur kaldım deneklik yapmaya. İş başına göre aldığınız para 200 ile 300 lira arasında değişiyor. Birçok öğrenci para kazanmak için gitmek zorunda kalıyor.”

Böbrek ilacı denedi

G.Y., yapılan işlemi şöyle anlattı: “Önce sizden kan alınıyor ve test yapılıyor. Deney için uygunsanız sık sık aralıklarla kanınız alınmaya başlanıyor ve 1 geceyi orada geçiriyorsunuz. Kan alımı bitene kadar bir süre yemek yemiyorsunuz, sabah saat 07.00’ye kadar orada kalıyorsunuz ve çıkıyorsunuz. Aynı günün akşamı tekrar gidiyorsunuz.” G.Y deney öncesinde her türlü yan etki karşısında sorumluluğun kendisine ait olduğunu belirten bir sözleşmenin de imzalatıldığını ifade ederek şöyle devam etti: “1 seferde 12 kişi alınıyor, kadın ve erkekler ayrı odalara yerleştiriliyor. Bir ilacın testi yaklaşık 1 hafta sürüyor. Kan değerleri üzerinden yapılan testlerde ilacın nasıl bir etki vereceği ve diğer ilaçla olan karşılatırması yapılıyor. Ben iki kere gittim test için. İki tane böbrek ilacı kullandım. Yan etkilerin olma riski her zaman var. Teste başlamadan önce sorumluluğun size ait olduğu yönünde bir sözleşme imzalatıyorlar. 1 hafta sonunda da doktorunuzdan ya da hemşireden zarf içinde paranızı alıyorsunuz.”

Parayla kobaylık yasak!

SAĞLIK Bakanlığı’nın Ağustos 2011’de yayımladığı yönetmeliğe göre klinik deneylere katılan gönüllülere deney sonrasında herhangi bir mali teklifte bulunmanın söz konusu olamayacağı belirtiliyor. Klinik araştırmaların, kişinin serbest iradesiyle verdiği bilgilendirilmiş gönüllü oluru, bağımsız etik kurulu onayı ve Sağlık Bakanlığı izni olmadan başlatılması ve yürütülmesi mümkün değil. Bunlardan herhangi birine aykırı davranılması durumunda Türk Ceza Kanunu’nun 90. maddesine aykırı işlem yapmaktan sorumlular, 1 yıldan 3 yıla kadar hapis cezasına çarptırılıyor.

Bu arada Sağlık Bakanlığı, Türkiye’de yapılan deneylerde kobay olarak kullanılan 893 Türk’ün öldüğü yönündeki haberlerin bilgi eksikliğinden kaynaklandığını belirterek, “Türkiye’de 893 klinik araştırma” yapıldığını duyurdu.

893

Independent’ın iddiasına göre 2006-2010 arasında Türkiye’de 716 klinik deney yapıldı, 893 araştırmada Türkler kobay kullanıldı.